5 Mart 2017 Pazar

24 Temmuz 2009 Cuma

Tolstoy gizlenen kitap HZ.muhammed(s.a.v)
Karakutu Yayınları: 74
Dünya Edebiyatı: 05
© 2005, Karakutu Yayınları
© Bu kitabın her türlü yaym, proje ve eserde yer alan tüm mektupların
basım, yayım, çoğaltma ve yayma hakları Fikir ve Sanat Eserleri Yasası
gereğince Karakutu Yayın Sanayi ve Ticaret A.Ş.'ye aittir.
Yayın Yönetmeni: Rasih Yılmaz
Yayın Koordinatörü: Asya Çağlar
Editör: Z. Aybike Yılmaz
Proje Sorumlusu: Arif Arslan

[HZ. MUHAMMED]
TOLSTOY
RUSÇA'DAN AZERİCE'YE ÇEVİRİ
Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu Aliyev
Vakıf Tehmezoğlu Halilov
AZERİCE'DEN TÜRKÇE'YE ÇEVİRİ
Arif Arslan
KaraKutu
'Muhammed her zaman Evangelizm'in (Hıristiyanların) üstüne
çıkıyor. O, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir
tutmuyor. Müslümanların Allah'tan başka ilâhı yoktur ve
Muhammed onun peygamberidir. Burada hiçbir
muamma ve sır yoktur.'
Lev Nikolayeviç TOLSTOY
Yayıncının notu...
İnsanların bilmesi gerekenler
Tolstoy'un İslâm peygamberi Hz. Muhammed'in hadisleriyle
ilgili risalesi (kitapçığı), uzun yıllardır Türkiye'de yayıncılar
arasında bilinen, ama okuyucuya sunulamayan gizemli
bir eserdi. Çünkü Tolstoy gibi dünyaca ünlü bir yazarın
Hz.Muhammed'in sözlerine ilgi duyması ve bunu derleyip
Rus halkıyla paylaşmak adına yayımlaması inanç ve kültür
dünyası içinde alabildiğine önemliydi.
Tolstoy'un Hindistanlı alim Abdullah El-Sühreverdi tarafından
hazırlanan "Hazret-i Muhammed'in Hadisleri" kitabından
derleyip seçtiği hadislerden oluşan kitapçığı, orijinaliyle
birlikte ortaya çıkartmak ve basmak ciddi çabalar ve
araştırmalar gerektirdi bizim için. Tolstoy'un yalnızca İslâm
peygamberinin hadislerini derleyip kendi imzası ile basıp
yayımlamasının bile ne kadar önemli olduğunu bilmemize
rağmen, bu kitapçığı destekleyen unsurlarla, var olan derlemeyi
bir proje haline getirmenin daha iyi olacağını düşündük.
Ve Tolstoy'un Müslümanlık ve İslâmiyet ile ilgili yazışmalarını
ve anekdotlarını da elinizdeki esere farklı bölümler
halinde koymaya karar verdik. Söz konusu mektuplara ve'
anekdotlara ulaşmak için ciddi araştırmalar yapılıp belgelere
7
ulaşıldı; ardından ise asıllarına sadık kalınarak yeni bir edisyon
ile sizlere sunuldu.
Aslında Tolstoy'un Hz. Muhammed'in hadislerini derleyip
Çarlık Rusya'sında basması bile başlı başına bir olaydı;
bunu da kesinlikle biliyorduk. Çünkü Tolstoy gibi bir dâhinin
seçme hadisleri derlediği sırada hangi düşünce ve duygu
ile bunu yaptığını hayal etmek ve onu anlamaya çalışmak bile
insanın ufkunun genişlemesinde ciddi yardımlarda bulunabilirdi.
Ama her şeyden önemlisi Tolstoy gibi bir dâhinin,
Müslüman olma ihtimali ve İslâm'a duyduğu hayranlığın
bir ifadesi olarak, küçük de olsa böyle bir derlemeyi hazırlayıp
insanlarla paylaşmak arzusunda olması ve bu kitapçığı
bastırmasıydı.
Amacımız, olmayan bir olguyu, düşünceyi veya yazını
varmış gibi sunarak bilinç altlarını aldatmaya yönelik bir girişimde
bulunmak kesinlikle değil. Varolanın ve gerçek olduğuna
inandığımız şeylerin üzerindeki gizem perdesini
kaldırarak belge, bilgi ve kaynaklarıyla sunmak. Çünkü bizim
için Tolstoy'un 'Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı,
aklı başında olan her Provoslav (Hıristiyan) ve her bir insan,
şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği; tek Allah'ı
ve onun peygamberini kabul ederdi.' sözü dahi bir kitap
hacmindeki bilgi ve anlam kadar değerliydi. Ve insanlar ünlü
yazarın bu inanç kültüründeki değişimini ve değişim sancılarını
bilmeliydi.
Rasih Yılmaz
8
Önsöz
Tolstoy'un inancı
Dünyaca ünlü Rus yazar Tolstoy'un Hz. Muhammed ismindeki
risalesinin (kitapçık) bir sürü özelliği var. Öncelikle
bu eser, baskı döneminde Hıristiyan Rusya'sında yazılıp
1909 yılında yayımlanmıştır. Bu risaleyi, Rusya'nın ve dünyanın
önemli yazarlarından biri, yaşadığı sürede dahi klasik
kabul edilen Rus yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy derlemiştir.
Büyük mülk ve servet sahibi olan Lev Tolstoy, dinî inançlarının
sağlam olması ve doğru olana hizmet etmesi ile tanınmaktadır.
Benzerlerinden farklı olarak o, şovenistçe dinde
ayrım yapanlardan olmamıştır. Bu doğru olana tutkunluğu
ve dünyevi değerlere kıymet vermemesi onu dinî gerçeklere
yaklaştırmıştır.
L. Tolstoy, Hz. Muhammed'e ve İslâm dinine duyduğu
hayranlık sonucu derlediği bu eseriyle hiç kimseyi, özellikle
yüksek kültürlü ve dinî bilgilere sahip, çağdaş dünyada öncül
olan Türk okurlarını hayrete düşürmeyecektir diye düşünüyoruz.
L. Tolstoy, bu kitapçığı Çarlık döneminde derleyerek,
kendisinin diğer eserleriyle birlikte 1909'da yayımlatmıştır.
Tolstoy, bu eseriyle Rus okurlarını, Hz. Muhammed'in hadisleriyle
tanıştırmıştır. Cesaretle söyleyebiliriz ki, böylelikle
9
Hz. Muhammed
onların dinî düşünce ve terbiyesine tesir etmiştir. Burada
hem Hz. Muhammed'in benliği, ilâhî kudrete dayanan fikirleri,
aynı zamanda Rusya'da dinî mü'min sayılan Tolstoy'un
takdimleri kitapçığın etkisini arttırmıştır.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği döneminde L. N.
Tolstoy'un eserleri tekrar tekrar basılırken "Muhammed'in
Kur'an-ı Kerim'e Girmeyen Hadisleri" derlemesi nedense hiç
yayımlanmamıştır. SSCB'nin ilk yıllarında insanlara, "Ateistlik"
kimliği zorla kabul ettirilmiştir. Bu kimliği kabul etmediği
için 1938 yılında Repressiya kurbanları olarak anılan bir
çok insan da idam edilmiştir. Böyle bir dönemde, doğal olarak
L. Tolstoy'a da istisna gösterilmesi düşünülemez.
Bu sansürcü yaklaşıma bir örnek vermek gerekirse; 1978
yılında (kitapcığın yayınından 70 yıl sonra) Azerbaycan
Cumhuriyeti'nin en büyük dergisi olan Azerbaycan'da bu risalenin
giriş bölümüne ek olarak Türk asıllı bir Generalin eşi
olan Y. Vekilova'nın L. N. Tolstoy'a yazdığı mektubu, Azeri
Türkçe'sine çevrilerek yayınlatılmak istenir. Bakû sansür kurulu
yayına izin vermez. Sebep ise Tolstoy gibi bir dâhi Rus
yazarın İslâm dinî ve Hz. Muhammed için yüksek ve olumlu
fikirler dile getirmesidir. Redaktör bu yazı yüzünden derginin
yayınını uzun süre geciktirir ve izin için bu kez Moskova'ya
başvurulur. Oradan "Evet, yayınlanabilir" cevabının
gelmesiyle risale ve mektuplar okurla buluşur. Böylelikle bu
kitaptaki mektuplar 1978 yılında ilk defa olarak Azerbaycan
basınında Azeri Türkçe'sinde ve Rus dilinde yayınlanır.
Tolstoy'un derlediği risale ve mektuplar oldukça ses getirir.
Ancak Tolstoy gibi dâhi bir kalem sahibi, İslâm'a büyük
rağbeti ve saygısı olan bir şahıs, eserine isim seçerken metodolojik
bir yanlışa düşer. Bize göre İslâm, Rus İmparatorluğu
döneminde açıkça yasaklanmasa da Rusya'da öğrenilmesi
mümkün olmayan bir dindi. Bu yüzden Tolstoy da risalesine
isim seçerken metod olarak bir yanlış yapmıştı.
10
Tolstoy
70 yıllık Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra dinî değerlere
yeniden önem verilirken, L. Tolstoy'un risalesi, 1990 yılında,
kendi dili olan Rusça'da basılmıştır. Maalesef, Tolstoy'un
hatasını risalenin Azerbaycan baskısının editörlüğünü yapan
yayıncı Kayıbov da tekrarlamıştır. Biz ise bu kitabı çevirirken
yapılan isim yanlışlığını İslâmi terminolojiyi baz alarak,
teknik bir hata kabul edip düzeltmek zorunda kaldık. Tolstoy'un
yayımladığı sırada risalenin adı: "Hz. Muhammed'in
Kur'an'a Girmemiş Hadisleri" idi. Bizce bu isim yanlıştı.
Çünkü Kur'an, Allah kelâmıdır. Hadis ise Hz. Muhammed'in
sözleridir. Doğrudur, Hz. Muhammed, seçilmiş bir
kuldur ama yine de kuldur. Bu konuda biz de, Tolstoy'un risalesinin
isminin "Hz. Muhammed" olarak sunulmasının
daha doğru olduğunu düşündük.
Bir konuya daha temas etmek istiyoruz ki, Rusya'da,
Rus milletinden, İslâm'ı kabul etmiş Valeriya Porohova adında
bir kadın vardı. Bu kadın bir Arap'la evlenmiş, 11 yıl eşiyle
birlikte Suudi Arabistan'da yaşamıştı. Bu arada İslâm dinini
iyice öğrenmiş ve Müslüman olmuştu. Porohova,
»Kur'an'ı Kerim'i Rusça'ya tercüme etmiş; İlahiyatçılar da bu
tercümeyi beğenmişlerdi. Porohova Hanım, cesaretle Tolstoy
ve İslâm konusunu medyada çok ciddi bir şekilde aydınlatmıştır.
Bayan Porohova, L. N. Tolstoy'un, ömrünün son zamanlarında
İslâm'ı kabul ettiğini ve bir Müslüman gibi toprağa
verilmeyi vasiyet ettiğini Sovyet medyasında dile getirmiştir.
Sovyet hükümeti, uzun yıllar bu gerçeği gizlemeye çalışmıştır.
Bayan Porohova, bu önemli belgeyi büyük cesaretle açıklayıp
yayınlanmasını sağlamıştır. Bayan Porohova'nın açıklamalarına
göre, Tolstoy, İslâm kuralları ile defnedilmişti.
Onun mezarının üstünde Hıristiyan sembolü olan 'Haç'ın olmaması
da bunun açık delili olarak gösterilmiştir.
Rus halkı, özellikle Rus aydınları ve bilginleri, L. N.
Tolstoy'u ilâhî kuvvete sahip birisi gibi seviyorlardı ve onun
11
Hz. Muhammed
İslâm'ı kabul etmesi Rus toplumu içinde İslâm'a güçlü bir
akım başlatabilirdi. Bu yüzden de Tolstoy'un İslâm'ı kabul
etme ihtimalini dahi gizli tutmaya çalışıyorlardı. Rus Devleti,
Tolstoy gibi bir dâhinin İslâm'a saygısını ve Müslüman olduğunun
topluma duyurulmasına izin veremezdi. Bu yüzden
Tolstoy'un Hz. Muhammed'in hadislerini derlediği risalesi
(kitapçığı) uzun süre insanlardan gizlendi.
Bu kitapçıkta yer verilen hadisleri ve diğer İslâmi konuları,
dikkatle inceleyip Türkçe'ye çevirerek, Türkiye'de yayımlanmasında
yardımcı olan Dr. Arif Arslan'a teşekkürlerimizi
sunuyoruz.
Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu Aliyev
Vakıf Tehmezoğlu Halilov
Bakû - Azerbaycan
Nisan 2005
12
Sunuş
Hz. Muhammed'e hayran bir yazar: Tolstoy
Tolstoy'un Müslüman olarak son nefesini verme ihtimalini
bilmek dahi bir Muhammedi olarak alabildiğine sevindirici
bir durumdu bizim için. Ve bu yüzden olsa gerek, böyle
bir dâhinin Hz.Muhammed ile ilgili bir derlemesinin Türkçe'ye
çevrilip kazandırılmasında katkıda bulunmak şahsım
adına onur vericiydi.
Kaptan Cousteau Müslüman olduğunda Fransız
"Match" dergisinde röportajını okumuştum ve inanamamıştım.
Aynı şekilde 1983 yılının mayıs ayında, Clement Torez
için de aynı dergide bir yazı okumuştum. Fransız Komünist
Partisi genel başkanlığı yapmış biriydi Torez. "İnsanlık artık,
komünizme değil, gerçek kıblesi olan Kâbe'ye dönecek,
komünizm bitti..." diyordu ve Filistinli eşiyle birlikte, gazete
ve dergilere çekinmeden pozlar ve demeçler veriyorlardı.
Batı'da oldukça ünlü olan ve daha sonra Müslüman olanlar
yalnızca bu isimler değildi tabi ki. Daha eskilere gidersek,
Prens Bismark, Goethe ve benzerleri ile yine bir Rus olan A.
Puşkin ve diğerleri de söz konusuydu. Bu diğerlerinden biri
de, yazar Alev Alatlı'dan başka hemen hiç kimsenin haberi
olmadığı 2000'lerin başında Müslüman olan Rusya'nın Din
İşleri Başkanı Polosin'di.
İlginçtir ki, Polosin bütün Rus medyasının önünde Müslümanlığını
açıklarken şöyle diyordu:
13
Hz. Muhammed
"Kamuoyunda şahadet ederim ki ben Ortodoks Kilisesi'nin
ne papazı nede müridiyim. Artık Müslüman'ım... Kamuoyunda
şahadet ederim ki ben kitaplı dinlerin Hazreti İbrahim'den
başlamak üzere tüm peygamberlerinin yüce geleneği
olan hakiki imanın takipçisi olarak, tek doğru dine şahitlik
ettim. Sosyal hayatımı da inançlarım doğrultusunda
şekillendirmeye karar verdim. Ve Müslüman oldum."
Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanı Hıristiyan
olduğunu açıklasa, büyük tartışmalar meydana gelmez mi?
Hele Ortodoksluğun kalesi komşumuz Rusya'da nasıl yankılanır
Polosin'in yaptığı? Ancak 1999 yılında, Rusya Ortodoks
Patrikliği'nin Kamu Dernekleri ve dinî Örgütleri İlişkiler Komitesi
Başkanı ve Yüksek Sovyet Vicdan Özgürlüğü Komitesi
Başkanı ve Rus Federasyonu Temsilciler Meclisi "DUMA"
da milletvekili de olan Başpiskopos "Viaçeslav Polosin"
in (Türkiye Cumhuriyeti'nde Diyanet İşleri Başkanlığı
makamına tekabül ediyor) Müslüman olması, nedense Türkiye'de
hiç kimse tarafından duyulmamıştı ta ki Alev Alatlı
dile getirene kadar.
Polosin, Moskova Devlet Üniversitesi Felsefe Fakültesi,
Zagorsk Dini Mektebi ve Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı
Diplomatik Akademi mezunuydu aynı zamanda.
Ben bu müthiş bilgiyi, Alev Alath'nın, "Gogol'un İzinde Aydınlanma
Değil, Merhamet" isimli kitabında okuyunca, önce
inanamadım. Böylesi bir olayın duyulmamasının imkânsızlığını
düşündüm. Ancak biraz araştırınca yanıldığımı anladım.
Polosin, Müslüman olduğunu açıkladıktan sonra başına
gelebilecek tehlikeler hakkında ne düşündüğü sorulunca
şöyle diyordu: "Hepimiz faniyiz, önünde sonunda bu dünyadan
ayrılacağız. İnsanoğlunun vehimlerine itaat etmektense,
Hakikat'e teslim olmuş olarak gitmek daha iyi!"
Eşinin de Müslüman olduğunu açıklayan ve Ali adına
alan Polosin, Rus steplerinde şimdilik bilinen ve daha önce
14
Tolstoy
Hıristiyan olan son ünlü Müslümandı. 1978 yılında Moris
Bucaille ve Roger Graudy gibi fikir adamları da Müslüman
olmuştu. R. Graudy Müslüman olduğunda da aynı sevinci
duymuştuk. Bunlar geçmişte komünizmin fikir babalarıydı.
Kim bilir kimler nerede gizli veya açık, Tolstoy gibi İslâm'a
girip Müslüman oluyorlardı da haberimiz yoktu.
Tolstoy, Müslümanlığı Komünizmin en üst seviyede
temsil edildiği ve fikir olarak en kuvvetli olduğu bir zamanda
dile getirmişti. O zaman böyle bir işe girişmek için belki
de işkence ve idamı göze almak gerekiyordu. Tolstoy işte bunu
yaptı. Sanatının zirvesindeyken ve hiçbir şeye muhtaç olmadığı
bir dönemde bu işe girişmişti ki, ona bir mazeret bulmak
da mümkün değildi. Yani "Zayıftı, sığınmaya ihtiyacı
vardı..." diyemezdi kimse.
Tolstoy, bütün bunları görerek ve bilerek Hz.Muhammed'in
hadislerini derleyip Rus halkına sunuyordu. Zaten
temelden yanlış olduğu belli olan komünizm veya komünizmin
alt yapısını oluşturan sosyalizm onu hiç sarmamış ve
tam zirvede olsa bile onun nimetlerinden faydalanmak yerine
ayrılıp Müslüman gibi yaşamayı tercih etmişti.
"... Benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan (Hıristiyanlıktan)
mukayese edilemeyecek kadar yüksekte duruyor. Eğer insan,
seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her Provoslav ve her
bir insan, şüphe ve tereddüt etmeden Mııhammediliği; tek Allah'ı
ve onun Peygamberini kabul ederdi..."
Yelena Vekilova'ya yazdığı mektubun bir paragrafında
yukarıdaki cümleleri kuran Tolstoy, açıkça Müslümanlığa ve
İslâm dinine hayranlığını ifade ediyordu. Rusça'dan çeviride
küçük nüanslar olduğunu sandığımız diğer paragrafta da İslâm
dininin, diğer dinlerin düştüğü duruma düşmekten kurtarıldığını,
Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği dinin en son ve en
mükemmel din olduğunu vurgulayarak, diğer dinlerdeki batıl
inançlara ve hurafelere dikkat çekiyordu.
15
Hz. Muhammed
Hadislerden seçtiği konular da "fakirlik" ve "eşitlik" gibi
kavramlarla Rus halkına ve onları aldatanlara bir ders verir
nitelikteydi. Tolstoy, seçip kitaplaştırdığı bu hadislerle,
gerçek adalet ve eşitliğin, gerçek kardeşlik ve fedakârlığın
yerinin İslâm olduğu, hatta insana saygı ve sevginin ve daha
ötesinin de yerinin İslâm olduğunu vurgulamak istemişti...
Tolstoy'un derlediği hadislerden birçoğunun kaynağını
tespit ettik. Tespit edemediklerimiz belki de Kütüb-ü Sitte'nin
dışındaki hadislerden olması ve Tolstoy'un da mektubunda
temas ettiği "az da olsa akla mantığa yatmayan ve gerçeği
gölgeleyen şeylerin" yani hurafelerin bulaştığını söylediği, anlaşılmayan
hususlar da bu hadislere bakarak söylenmiş sözlerdir.
Yoksa eğer Tolstoy, tek başına Kur'an-ı Kerim'i okuyup
inceleme şansına ve bilgisine sahip olsa veya onu yorumlardan
öğrenmeseydi, bu sözü İslâm için sarf etmezdi.
Takdir edersiniz ki, Türkçe'ye yaptığımız çeviri ile risalenin
kazandığı dördüncü bir kimlikten de bahsedebiliriz. Birincisi,
Arapça'dan alınan hadislerin değiştirdiği ve Rusça'ya geçerken
kazandığı kimlik... İkincisi, eski (klasik) Rusça'dan yeni Rusça'ya
geçerken kazandığı kimlik. Üçüncüsü, Rusça'dan Azerice'ye
geçerken kazandığı kimlik, dördüncüsü de Azerice'den
Türkçe'ye geçerken kazandığı kimlik. Bu nedenle gerek mektuplardaki,
gerekse hadislerdeki milli kültüre uygun lisanlar,
daha fazla araştırma yapılmayı gerektirmektedir.
Bu kitapçığı ve mektupları Azerice'ye tercüme edip bize
ulaştıran değerli büyüklerimiz Prof. Telman Aliyev ve Vakıf
Halilov beyefendilere, Türk okurlarına sunmak adına ısrarcı
olup tercüme bitene kadar ve proje sonlanana kadar da "merak
ve heyecanla" bekleyen Karakutu Yayınları Yönetim Kurulu
Başkanı Rasih Yılmaz'a teşekkürlerimi sunarım.
Arif Arslan
Mayıs 2005 İstanbul
16
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Dâhi bir yazarın hikâyesi
28 Ağustos 1828 tarihinde Moskova'nın güneyinde yer
alan Tula şehrinin Yasnaya Polyana bölgesindeki çiftlik evinde,
varlıklı ve asil bir ailenin dördüncü çocuğu olarak doğdu.
Henüz çocukluk çağını sürdürürken annesini yitirdi.
Eğitim ve öğrenimiyle babası Kont Nikolay Tolstoy ilgilendi.
Çocuk yaşlarda Fransızca ve Almanca'yı öğrendi. Babaannesi
ve halaları, asil bir ailenin üyesi olarak yetişmesinde büyük
rol oynadılar. Dokuz yaşını sürerken babası zehirlenerek
öldürüldü. Hemen ardından babaannesini de yitirince, kardeşleriyle
birlikte halaları tarafından sahiplenildi.
1844 yılında Kazan Üniversitesi'nde Doğu dilleri üzerine
öğrenim görmeye başladı. Bu tarihlerde kendini bohem
yaşama kaptırdı. İçki, kadın ve kumar ile geçen bu dönemde
öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. 1845 yılında bu
kez hukuk öğrenimi görmeye başladı ama bunu da tamamlayamadı
ve iki yıl sonra okuldan kovuldu.
On dokuz yaşına geldiğinde ailesinden kalan mirasın
varislerinden biri olarak genç yaşında büyük bir servetin sahibi
oldu. Yasnaya Polyana'daki çiftlik evi de mirasta ona
kalmıştı ve yaşamını çok sevdiği bu evde sürdürmeye başladı.
17
Hz. Muhammed
1851 yılında, üzerinde derin etkiler bırakacak olan Kafkasya'ya
gitti. Kafkasya'da bir askerî okula devam ederken
1853'te Osmanlılara karşı savaşmak üzere görev aldı. 1854'te
Kırım ordusuna atandı ve Kırım Savaşı'na katıldı. 1856 yılında
ordudaki görevinden ayrıldı.
Çocukluk anılarını anlattığı ve ilk eseri olan "Çocukluk"
u 1851 yılında henüz yirmi üç yaşındayken yazmaya
başladı.
Üzerinde büyük etkiler bırakan Kafkasya'daki halkların
yaşamlarını, 1852 yılında kaleme aldığı "Hacı Murat" ve
"Kazaklar" adlı romanlarında, Kırım Savaşı'nda yaşadıklarını
ise 1855 yılında yayınladığı "Sivastopol Hikâyeleri"nde
anlattı.
1857 yılında ilk önce Almanya'ya, ardından da 1860'da
İngiltere, İsviçre ve Belçika'ya seyahat etti. Bu ülkelerin önde
gelen düşünce insanları ve yazarlarıyla tanıştı.
1861 yılında Rusya'ya geri döndü ve Moskova'nın tanınmış
doktorlarından Bers'in kızı Sofya ile 22 Eylül 1862 tarihinde
evlendi. Bu tarihten itibaren çiftliğine çekilerek sade bir yaşam
sürmeye, sadece edebiyatla ve ailesiyle ilgilenmeye
başladı.
1863 yılında en büyük eseri sayılan Savaş ve Barış'ı yazmaya
başladı. Bu kitabın yazımını 1869'da tamamladı.
1873 yılında Savaş ve Barış'tan sonraki en güçlü eseri sayılan
Anna Karenina'yı kaleme almaya başladı. Üç çocuğunu
ve halalarını yitirdiği talihsizliklerle dolu üç yıla yakın bir
dönem içinde bu eserini bitirdi.
Hasta olan erkek kardeşinin ölümünün kendisinde
uyandırdığı etkiyle, yaşamının sonuna kadar hiç eksilmeyecek
ve sonu gelmeyecek olan karmaşalarını anlattığı "İtiraflarım"
ı kaleme almaya başladı.
"Savaş ve Barış" ile "Anna Karenina" dan sonra bir diğer
güçlü eseri olan Diriliş'i, Anna Karenina'yı yazmayı ta-
18
Tolstoy
marnladığı 1876 yılından yirmi yıl sonra yazmaya başladı.
Bu zaman süresince yaşamında büyük sarsıntılar geçirdi ve
dünyaya, insana, yaşama bakışında köklü değişimler yaşadı.
Bu değişimlerle birlikte teolojinin ağırlığının hissedildiği, Allah,
insan, yaşam ve ölümün sorgulandığı eserler kaleme aldı.
"Din Nedir", "İvan İlyiç'in Ölümü", "İnsan Ne İle Yaşar",
"Üç Ölüm" ve "Ölüm Manifestosu" gibi roman ile hikâyelerinde
bu temalar yoğun biçimde yer aldı.
1891-92 yıllarında Rusya'da yaşanan kıtlık ve salgın hastalık
döneminde şahit olduklarının, bunun hemen ardından
da en sevdiği çocuğu olan kızı Vanişka'nın yedi yaşında ölmesinin
getirdiği ruh haliyle manevî yaşamı alt üst oldu.
1896 yılında ilk cümlesini kurduğu Diriliş, 1899 yılında
tamamladı. Aynı tarihte, giderek artan huzursuz ruh hâlinin
yansımalarının yer aldığı "Kreutzer Sonatı"nı yazmaya başladı.
Evliliğinin ilk yıllarında başlayan aile kavgalarının artık
dayanılmaz hâl aldığı bir anda, ardında karısına yazılmış bir
mektup bırakarak Yasnaya Polyana'daki evini terk ettiğinde
tarih 9 Kasım 1910'u gösteriyordu ve Tolstoy seksen iki yaşındaydı.
Kendisini, yaşamın anlamını ve Allah'ı arayışı bütün
ömrü boyunca süren Tolstoy, evini terk ettikten birkaç gün
sonra Odesa-İstanbul üzerinden Bulgaristan'a gitme hazırlığı
yaparken yolda zatürreye yakalandı. Astapovo'daki metruk
tren istasyonunun bir odasında 20 Kasım 1910 sabahı saat
06:05'te gözlerini yaşama kapadı..
Vasiyeti üzere, yaşamının en güzel dönemi olarak nitelendirdiği
çocukluğunun geçtiği kardeşleriyle birlikte oyunlar
oynadığı, Yasnaya Polyana'daki çiftliğinin gölgeli ve sessiz
bir köşesine gömüldü.
19
1.BÖLÜM
HZ. MUHAMMED
(L. N. Tolstoy, 1908 yılında, "Abdullah El-Sühreverdi"nin
Hindistan'da basılmış "Hz. Muhammed'in Hadisleri" kitabını
okumuştur. Okuduğu hadislerden bir kitapçık derlemiş, bunu Rusya'nın
"Posrednik" adlı yayınevinde bastırmıştır. Kitap, 1908 yılının
ekim ayında "Muhammed'in Kur'an'a Girmemiş Hadisleri"
isminde okuyucuya sunulmuştur. 1. Bölüm Tolstoy'un derlediği
bu hadis kitapçığından oluşmaktadır. Kitapçığın ismi metodolojik
olarak yanlış olduğu için daha sonra Hz.Muhammed olarak değiştirilmiştir.)
"Kalbimizde Allah'ın nuru vardır,
onun adı da vicdandır."
Tolstoy
Evrensel Tavsiye
Tolstoy'un İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'e açık hayranlığını
önceki bölümlerde dile getirmiştik. Ona bu hayranlığı Hz.
Muhammed'in hadislerini okuması kazandırmış ve bunun üzerine
Hindistanlı İslâm düşünürü Sühreverdi'nin hazırladığı hadis
kitabını incelemiştir. Okurken not alıp, Hz.Muhammed'den mahrum
olan Rus halkına ve kendisini hemen her konuda örnek alan
diğer okuyucu kitlesi ile dost ve arkadaşlarına da Hz. Muhammed'i
tanıtmak ve sevdirmek istemiş olmalı ki, "evrensel tavsiye
ve uyarılarla" dolu bu hadis kitapçığını veya risalesini hazırlamıştır.
Hz. Muhammed'in sevgiye ait sözleri ve davranışları,
hoşgörü, ahlâk, adalet, doğruluk ve daha birçok evrensel değerin
yine Tolstoy'un ifadesiyle "aklı başında" bir insanı celp
ve cezp etmemesi zaten düşünülemezdi. O da bu inceliği yakalamış,
cihanın görüp göreceği en zeki ve duru vicdanlı insanlardan
biri olarak, bu teşhis ve tespiti yapmış ve insanlarla
paylaşacağını umut etmişti şüphesiz. İşte, dâhi yazarın bu
dileği de bugün elinizde onun seçtiği bir demet hadisle ve
bu kitapçıkla gerçekleşmiş oldu.
23
Hz. Muhammed
"Allah'ım Sana Olan Sevgimi
Bana Bağışla"
"Hurma ağacının altında uyumuş olan Hz. Muhammed
uyanınca, elinde bir kılıçla habersizce başucunda dikildi ve;
"Ey Muhammed, seni benden kim kurtaracak?" dedi.
Hz. Muhammed:
"Allah!" diye cevap verdi. Dü'sûr'un kılıcı yere düştü.
Onu Rasülullah aldı ve;
"Asıl şimdi seni benden kim kurtaracak?" dedi.
Dü'sûr, "Hiç kimse!" dedi. Rasülullah onu serbest bıraktı
ve "Kalk işine git" dedi.
Dü'sûr giderken, "Sen benden daha hayırlısın" dedi. Resul-
i Ekrem:
"Ben buna senden daha hak sahibiyim" dedi. Dü'sûr:
"Ben de Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah'ın
Resulü olduğuna şahadet ediyorum" diyerek Müslüman
oldu. Hz. Muhammed'in de en sadık arkadaşlarından
biri oldu."(l).
* * *
"Allah'ım! Sana olan sevgimi, bana bağışla. Sevdiklerinin
sevgisini de kalbime koy. Öyle yap ki, ben senin layık
24
Tolstoy
bildiğin, sevdiğin işlerin uygulayıcısı olayım. Öyle yap ki,
senin sevgini benim için, bana, aileme ve servetime olan sevgimden
üstün eyle."
"Allah'ım! Senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini
ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli istiyorum. Allah'ım!
Senin sevgini nefsimden, ailemden, malımdan, soğuk sudan
daha sevgili kıl."(2).
* * *
"Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da, hakikati söyleyin!"(
3).
* * *
"Din kardeşin zalim de mazlum da olsa ona yardım et."
Bir adam:
"Ya Rasülallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim.
Ama zalimse nasıl yardım edeyim, söyler misiniz?" dedi.
Resul-i Ekrem:
"Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz
ki bu ona yardım etmektir" buyurdu.(4).
* * *
"Kim bir hayır işlerse, ona onun on misli vardır veya daha
da artırırım. Kim bir kötülük işlerse, ona da onun misli
vardır. Ya da tamamen affederim. Kim bana bir karış yaklaşırsa,
ben ona bir arşın yaklaşırım; kim bana bir arşın yaklaşırsa,
ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse,
ben ona koşarak varırım. Kim bana hiçbir şeyi ortak
koşmamak şartıyla dünya dolusu günahla gelirse, ben kendisini
o kadar mağfiretle karşılarım." (5).
* * *
"Allah'ım, beni miskin (fakir) olarak yaşat, miskin olarak
ruhumu kabzet, kıyamet günü de miskinler zümresiyle
birlikte haşret."
25
Hz. Muhammed
Hz. Ayşe ileri atılarak sordu:
"Niçin ey Allah'ın Resulü?"
"Çünkü dedi, onlar cennete, zenginlerden kırk bahar önce
girecekler.
Ey Ayşe! Fakirleri sev ve onları (rivayet meclisine) yaklaştır,
ta ki kıyamet günü Allah da sana yaklaşsın."
"Allah'ım! Beni fakirlerle yaşat, fakirlerle öldür ve fakirlerle
birlikte haşreyle."(6).
* * *
"Allah Teâlâ'nın en hoşuna giden şey, insanın, kendi çalışmasıyla
elde ettiği azıcık kazancından, gücü yetmeyenlere
yardım etmesidir."(7).
* * *
"Hiçbir kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki içmemiştir."(
8).
* * *
"Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din
kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman
etmiş olmaz."(9).
* * *
"Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; cennet
ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmışhr."(10).
* * *
Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "Ey insan! Yalnız benim kanunlarıma
uysan, bana uyar ve benzersin. Diyorsun ki, "Bu
böyle olmuş, şöyle olacak..."(11).
Yani insan, hayatın ve tabiatın kanunlarına uygun hareket
etse, Allah Teâlâ'nın iradesine de uygun hareket etmiş
olur ve istediklerini elde eder." (Abdullah El-Suhreverdi)
* * *
26
Tolstoy
"Çok fazla yiyip içerek kendi kalbinize yüklenmeyin."(
12).
* * *
"Allah arzı yarattığı zaman, arz sallanmaya (tıpkı bir
hurma ağacı gibi sağa sola) yalpalar yapmaya başladı, bunun
üzerine dağlarla onu sabitleştirdi ve böylece arz istikrarını
bvıldu. Melekler dağların şiddetine hayrette kaldılar.
"Ey Rabbimiz, dediler, dağlardan daha şiddetli bir mahlûk
yarattın mı?"
"Evet, buyurdu. Demiri yarattım."
"Demirden daha şiddetli bir şey yarattın mı?" dediler.
Hak Teâlâ: "Evet! Dedi. Ateşi yarattım."
"Ateşten daha ağır bir şey yarattın mı?" diye yine sordular.
Hak Teâlâ: "Evet, dedi, suyu yarattım!"
"Sudan daha şiddetli bir şey yarattın mı?" dediler.
Hak Teâlâ tekrar cevap verdi: "Evet, rüzgârı yarattım."
"Rüzgârdan daha şiddetli bir şey yarattın mı?" diye yine
sordular.
Hak Teâlâ: "Evet insanoğlunu yarattım" dedi ve devam
etti:
"Eğer o, sağ eliyle sadaka verir, sol eli görmeyecek kadar
gizlerse (daha şiddetlidir)."(13).
* * *
Allah Teâlâ buyurur: "Ben, gizli bir hazine idim. Bilinmek
istedim ve insanı yarattım."(14).
* * *
"Kimseyi kırma. Biri seni kırar ve ayıplarını, kötülüklerini
açığa vurursa, sen de onun kötülüklerini açıklayıp yayma."(
15)
* * *
27
Hz. Muhammed
"Allah Teâlâ bazı şeyleri farz kıldı, onları ihmal etmeyin.
Bazı günahlara yaklaşılmaması için sınırlar koydu, o sınırları
aşmayın. Bazı şeyleri haram kıldı, o haramları çiğnemeyin.
Bazı şeyleri de unuttuğu için değil size olan merhameti sebebiyle
dile getirmedi, onları da araştırıp kurcalamayın."(16).
* * *
"Kim Allah'ın yarattıklarına karşı merhametli olursa,
Allah da ona merhametli olur. İnsanların iyilik ve kötülüklerine
bakmayarak onlara iyilik et. Başkalarına iyilik yap ki kötülüklerine
engel olasın" (17).
* * *
"Hz. Muhammed'den sordular ki:
"Dinin esası ne üzerine kurulmuştur?" O da şöyle cevap
verdi:
"Kendiniz için istediğinizi başkaları için de isteyin; kendiniz
için istemediklerinizi başkaları için de istemeyin." (18).
* * *
"Bir Müslüman'ın samimiyetinin ölçüsü, onun gücünün
yetmediği şeylerde çaresiz kalmasıdır." (19)
* * *
"Allah Teâlâ, her iki tarafına duvarlar yapılmış birtakım
yollar yapmış, duvarların üzerlerinde perdeler asılmış, açık
kapılar kurulmuş, bir yol yapmıştır. Bu yolun başlangıcında
durmuş bir bekçi, kapılara doğru gidenlere şöyle diyor:
"Doğruca gidin ve hiçbir tarafa sapmayın." Sonra yukarıda
duran bekçi: "Şu kapıdan içeri girmeyin, yoksa içine düşersiniz."
Bu yol, hayat yoludur. Açık kapılar Allah Teâlâ tarafının
tehlikeli görülmüş amellerdir. Kapıları kapatan perdeler Allah'ın
koyduğu sınırlardır. Birinci bekçi Allah'ın kelâmıdır.
İkinci bekçi ise, her insanın kalbindeki Allah korkusudur."
28
Tolstoy
(Ç.n.: Tolstoy'un derlemesine koyduğu bu hadiste tercüme
ve nakil hatası ile ilaveler var. Hadisin kaynağından yaptığımız
tercümesi şöyledir.)
Bir adam; "Sırat-ı müstakim (doğru yol) nedir?" diye
sordu. Hz. Peygamber ona şu cevabı verdi:
"Hz. Muhammed, bizi sırat-ı müstakimin bir başında bıraktı.
Bunun öbür ucu ise cennete ulaşmaktır. Bu ana yolun
sağında ve solunda başka tali yollar da var. Bunlardan her
birinin başında bir kısım insanlar durmuş oradan geçenleri
kendilerine çağırıyorlar. Kim bu dış yollardan birine saparsa,
yol onu ateşe götürecektir. Kim de sırat-ı müstakime (dosdoğru
yola) giderse, o da cennete ulaşacaktır." İbnu Mes'ud
bu açıklamayı yaptıktan sonra şu âyeti okudu:
"İşte bu benim sırat-ı müstakimimdir, buna uyun. Başka
yollara sapmayın, sonra onlar sizi Allah'ın yolundan ayırırlar..."(
20).
* * *
"Her Müslüman'ın sadaka vermesi gerekir" buyurdu.
Kendisine:
"Ya bulamayan olursa?" diye soruldu.
"Eliyle çalışır, hem şahsı için harcar, hem de sadaka verir"
cevabını verdi.
"Ya çalışacak gücü yoksa?" diye soruldu.
"Bu durumda, sıkışmış bir ihtiyaç sahibine yardım eder" dedi.
"Buna da gücü yetmezse?" dendi.
"İyiliği veya hayrı emreder" dedi.
"Bunu da yapmazsa?" diye tekrar sorulunca:
"Kendini başkasına kötülük yapmaktan alıkoyar. Zira
bu da bir sadakadır" buyurdu.(21) .
* * *
"Şehvetle bakmak zinadır. Erkek olan meclise bir kadının
kendini göstermek için süslenip gitmesi ve ihtirasla bakması
da zinadır."(22).
* * *
29
Hz. Muhammed
Vâbisa İbni Ma'bed diyor ki, Resul-i Erkem'in huzuruna
varmıştım. Bana:
"İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?" dedi.
"Evet" dedim. O zaman şunları söyledi:
"Kalbine danış."
"İyilik, kalbin uygun gördüğü ve yapılmasını onayladığı
şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye
nice nice fetvalar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran
şeydir."(23).
* * *
"Siz, kendi dininize sahip çıkmadıkça Allah'ın saltanatına
varis olamayacaksınız ve birbirinizi sevmedikçe isteğinize
kavuşamayacaksınız." (24).
* * *
"Mülayimlik ve itaat, imanın alâmetleri; boşboğazlık ve
cerbezeli konuşmalar ikiyüzlülüğün alâmetleridir." (25)
* * *
"Zalimlerle birlikte olmaktansa, kendi başına, yalnız kalmak
daha iyidir. Kendi kendine olmaktansa hayırlı insanlarla
birlikte olmak daha iyidir. İlim öğrenmek isteyene ilim öğretmek
susmaktan iyidir. Boş konuşmaktansa susmak iyidir." (26).
* * *
"Öfkesini açığa vurmaktan çekinip, onu boğanları Allah
daima mükâfatlandırır." (27).
* * *
"Herkesin ameli, onun davranışlarındaki niyetine göre
değerlendirilir. (Ameller niyetlere göredir)" (28).
* * *
"Allah Teâlâ, kendi kazancıyla yaşayanları, kendisine
dost yapar."(29).
* * *
30
Tolstoy
"Gerçek üzere olan o kimsedir ki, kötülüğe karşı sabırlıdır
ve kırılmayı unutur." (30).
* * *
"Gerçek tevazu, bütün iyiliklerin başıdır." (31).
* * *
"Tevazu ve anlayış olmadan iman olmaz." (32).
* * *
"İyilikleri paylaşma konusunda ısrarlı olun." (33).
* * *
"Ben ışığa doğru koştum, ışıkta da yaşıyorum." (34).
* * *
"En hayırlınız odur ki, iyilik bulunca Allah'a şükreder,
kötülüğe maruz kalınca sabreder. O daima Allah tarafından
mükâfatlandırılır." (35).
* * *
"Doğru yolu bulmuş insanlar, tartışmaya girmeselerdi
bu yoldan sapmazlardı." (36).
* * *
"Allah'ın en büyük düşmanları, mü'min oldukları halde
haksız yere zulmedip cana kıyanlardır." (37).
* * *
"Kabir, ahiret menzillerinin ilkidir."(38)
* * *
"En mukaddes savaş, insanın (nefsine) kendine galip
gelmesidir." (39).
* * *
31
Hz. Muhammed
"Bir saat çalışmak, bir yıl keyif çekmekten iyidir." (40).
* * *
"İbadet, dua eden mü'minin ruhunun yükselmesi ile Allah'a
kavuşmasıdır." (41).
* * *
"Ölüm bir köprüdür, dostu dosta kavuşturur." (42).
* * *
"Fakirliğim, benim övünç kaynağımdır." (43).
* * *
"Mü'min, Allah'a sadık olarak, onun hükmüne ve rahmetine
razı, ümitle yaşar." (44).
* * *
"Gözlerin zinası bakmaktır, dilin zinası konuşmaktır.
Nefis de temenni eder ve iştah duyar. Uzuvlar da bunu doğrular
veya yalanlar."(45).
* * *
"Allah Teâlâ'nın en sevmediği şey, erkek veya kadınların
ibadetlerinde gösteriş yapmasıdır." (46).
* * *
"Allah Teâlâ, kendi kazancıyla geçinenlere merhamet
eder, dilenerek geçinenlere değil." (47).
* * *
"Kim daha çok sıkıntı içindeyse, onun mükâfata da bir o
kadar büyük olur. Kim daha fazla belâlara maruz kalmışsa
onun mükâfatı daha fazladır. Gerçekten Allah Teâlâ, kimi
daha çok severse onu daha fazla belâlara uğratır." (48).
* * *
32
Tolstoy
Hz. Muhammed namazını kılınca arkasından âdeti olarak
şöyle dua ederdi:
"Allah'ım! Sana imanımın sağlamlığı için dua ediyorum.
Doğru yolla gideceğime hazır olduğum için dua ediyorum.
Senin merhametine ve yardımına güvenerek sana secde ediyorum.
Sana dua ediyorum ki, beni hatalarımdan temizleyip,
temiz bir kalp, doğruyu konuşan bir dil verdin. Sana
dua ediyorum ki, bana iyilik yapmayı tavsiye edip kötülükten
ve hatalardan koruyorsun. Senden gizli ve açık yaptığım
günahlarımı bağışlamanı istiyorum." (49).
* * *
Biliyor musunuz ki, bizim dinimizin aslını bozup onu
düşüren nedir?
"Tefsirci ve tahlilcilerin yanlışları; riyakâr nakilcilerin
yozlaştırıp tartışmaları ve yoldan sapmış hükümdarların
buyruklarıdır."(50).
* * *
"Kadın erkeğin ikinci parçasıdır."(51).
* * *
"İlim, unutulursa kaybolur, liyakatsizlerin elinde yok
olur. Gerçek âlim odur ki, bilgisini hayata tatbik eder." (52).
"Allah Teâlâ ilmi insanların hafızalarından silip unutturmak
suretiyle değil, fakat âlimleri öldürüp ortadan kaldırmak
suretiyle alır. Neticede ortada hiçbir âlim bırakmaz. İnsanlar
bir kısım cahilleri kendilerine lider edinirler. Onlara
birtakım meseleler sorulur; onlar da bilmedikleri halde fetva
verirler. Neticede hem kendileri sapıklığa düşer, hem de insanları
saptırırlar." (53).
33
Hz. Muhammed
"Fazla geçmez bir zaman gelir ki, kendi dininizin adından
başka bir şey kalmayacak. Kur'an'dan, onun görüntüsünden
başka bir şey kalmayacak. O zaman camilerde artık
ilim ve din öğrenilmeyecek, Allah'a kulluk yapılmayacaktır.
Din adamları, ilim adamları, insanların en kötüsüne dönecek,
münakaşa ve münazaralar onlardan çıkacak ve insanlar
dinden çıkıp geri dönecekler." (54).
* * *
"İlim öğrenmek her Müslüman'a farzdır. İlmi, ehil olmayana
öğretmek, domuzların boyunlarına cevher, inci ve altın
takmaya benzer." (55).
* * *
"İlim üç şekilde olur: Bunlardan biri, şüphesiz gerçektir,
onun ardınca git. Diğeri yoldan çıkarır, ondan sakın. Üçüncüsü
ise, bilinmeyen konulardadır, bunun da cevabını Allah'ın
indinde ara." (56).
* * *
"Mü'minler ölmezler. Onlar yalnız fani dünyadan ebedi
âleme göçerler." (57).
* * *
"Gerçek mü'min, iyi günleri için Allah'a şükreder, başına
bir belâ geldiği zaman da Allah'a sığınır." (58).
* * *
"Allah'a tevekkül et (güven), ancak deveni sağlam kazığa
bağlamayı da ihmal etme." (59).
* * *
"Dünya ve dünyanın bütün nimetleri değerlidir. Ancak onun
nimetleri içinde en değerlisi, Saliha (iyi) kadınlardır." (60).
* * *
34
Tolstoy
"Biliyorum ki, 'Allah'tan başka her şey fanidir.' Sözünü
'Lebid'den başka kimse söylememiştir." (61).
* * *
"Doğruluğa sığının, yalandan kaçının!" (62).
* * *
"Gerçek mü'mine, kimseyi rezil etmek, yaramaz işler yapmak,
bir kazanç sağlamayan sözler söylemek yakışmaz." (63).
* * *
"İnsanların kusurlarını, özellikle böyle kusurlar kendinde
varsa, onların yüzüne vurmaktan sakın!" (64).
* * *
"Daha fazla susup, ruhun hayra (iyiliğe) yönelmesine
kavuşmaktan daha güzel bir şey yoktur." (65).
* * *
"Konuşunca doğru söyleyin; söz verince yerine getirin;
borçlarınızı ödeyin; kendi fikir ve işlerinizde sapıklığa düşmeyin;
ellerinizi israftan ve kötü şeylerden koruyun." (66).
* * *
"Allah Teâlâ, halim selim, saygılı ve mütevazı olmayı
emrediyor ki, kimse başkasına zulmetmesin." (67).
* * *
"O kimse ki, bizi zulmetmeye çağırır, o bizden değildir.
Kendi halkını cehalette, yalan içinde bırakanlar da bizden
değildir. Kendi halkını zorluğa ve sıkıntıya maruz bırakanlar
da bizden değildir." (68).
* * *
"Muhabbet, insanı sevdiğine karşı sağır ve dilsiz yapar." (69).
* * *
35
Hz. Muhammed
"Kendisi için istediğini, mü'min kardeşi için de istemeyen
gerçek mü'min değildir."(70).
* * *
"Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden
zarar görmediği kimsedir. Mü'min de, halkın, can ve mallarını
kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir."(71).
* * *
"Diliyle insanları kıranları, ibadetleri temizlemez."(72).
* * *
"Namaz kılıp oruç tutmaktan ve iyilik etmekten daha
güzeli nedir bilir misiniz?
Dargınları barıştırmak. Çünkü kin, nefret ve düşmanlık
insanı Allah'ın vereceği her mükâfattan mahrum eder."(73).
* * *
"Allah Teâlâ, akıl ve zekâdan daha güzel, daha iyi bir
şey yaratmamıştır. İnsanlara verdiği serveti de onların hatırına
veriyor. Allah'ı anlamak da zekâdan doğar."(74).
* * *
"Allah Teâlâ, kendisi mülayimdir ve mülayim davranır.
O, mülayimlere verdiğinden, sert ve haşin kimselere vermez."
(75).
* * *
"Güçlü, azametli (kuvvetli) insanlardır ki, insan liyakatini
azaltmaz. Aksine kendi gazabından çekinir."(76).
* * *
"Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil, gönül tokluğudur."(
77).
* * *
36
Tolstoy
Abdullah İbnu Mes'ûd şöyle dedi:
"Rasülullah bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Uykudan
uyandığında, hasır vücudunun yan tarafında iz bırakmıştı.
Biz:
"Ya Rasülallah! Sizin için bir döşek edinsek, dedik. Bunun
üzerine Resul-i Ekrem:
"Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir
ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli
bir yolcu gibiyim" buyurdular."(78)
* * *
"Kendinizden fazla zengin ve güzel insanları seyrederken,
kendinizden aşağıda olanları da unutmayın." (79).
* * *
"Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana
bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin.
Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz
için gereklidir." (80).
* * *
"Bir adam gelerek;
"Ey Allah'ın Resulü! Ben seni seviyorum" dedi. Rasülullah:
"Ne söylediğine dikkat et!" diye cevap verdi. Adam:
"Vallahi ben seni seviyorum!" deyip, bunu üç kere tekrar
etti.
Rasülullah, bunun üzerine adama:
"Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni
sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha süratli gelir." (81)
* * *
"İnsanın her bir eklemi için her Allah'ın günü bir sadaka
vermesi gerekir:
37
Hz. Muhammed
İki kişinin arasını bulman, (haklarında adaletle hükmetmen)
bir sadakadır.
Bir kimseye bineğine binerken yardımcı olman veya yükünü
hayvanına yüklemesine yardım etmen bir sadakadır.
Güzel bir söz söylemek sadakadır.
Namaza giderken attığın her adıma bir sadaka sevabı
vardır.
Gelip geçenleri rahatsız eden bir şeyi yoldan alıp atman
bir sadakadır."(82).
* * *
Allah Teâlâ şöyle buyurdu: "Her kim (ihlâs ile bana kulluk
eden) bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona karşı
savaş ilân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden,
bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz.
Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nafile ibadetlerle
durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim.
Kulumu sevince de (adeta) ben onun işiten kulağı, gören
gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse,
onu mutlaka veririm; bana sığınırsa, onu korurum." (83).
* * *
"Yerin sürtünme kuvvetiyle demiri temizlediği gibi, Allah
Teâlâ'yı bilip iman etmek de insanın kalbini temizler." (84)
* * *
"Her bir maruf (iyilik) sadakadır." Başka bir rivayette:
"Kardeşini güler yüzle karşılaman, kendi kovandan kardeşinin
kabına su vermen de birer maruftur (iyiliktir)." Şeklindedir.
(85).
* * *
38
Tolstoy
"(Bir keresinde) Rasülullah'a (ayrı düştüğü) çocuğuna
duyduğu özlemden dolayı rastladığı her çocuğu kucaklayan,
göğsüne bastırıp emziren bir kadının da aralarında bulunduğu
bir esir grubunu getirdiler. Resul-i Ekrem çevresindekilere
(o kadını işaretle):
"Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz?"
diye sordu.
"Asla, atmaz!" dedik.
Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"İşte Allah Teâlâ kullarına, bu kadının yavrusuna olan
şefkatinden daha merhametlidir" buyurdu. (86).
* * *
"Herkes için yaratılan bir şeyi yalnız kendi hesabına kullanan
kimse, suçlu ve kanun karşısında sorumludur." (87).
* * *
"İşçinin hakkını alnının teri kurumadan (yorgunluğu
geçmeden) veriniz."(88).
* * *
"İnsanlara nezaketli ol, kabalık etme. Onlarla iyi geçin,
onlardan nefret etme. Sana Yahudiler ve Hıristiyanlar rast gelip
cennetin anahtarını sorsalar, onlara anlat ki, cennetin anahtarı,
'Allah'ın varlığına ve birliğine, şahadet etmektir' de." (89).
* * *
"Kardeşine karşı göstereceğin tebessümün bir sadakadır.
İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu
kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır; gözü sakat
kimse için görüvermen sadakadır; yoldan taş, diken, kemik
(gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır; kovandan kardeşinin
kovasına su boşaltman sadakadır."(90).
* * *
39
Hz. Muhammed
"İnsanlara merhamet edin ki, Allah da size merhamet etsin!"
(91).
* * *
"Bir insanı güzel bir sözle teselli etmek, başkasına hak
ve adaleti sevdirmek, yazılı talimatlara, istemeyerek ve isteksizce
riayet etmekten iyidir." (92).
* * *
"Hükmünüzde olan alaycıyı/tahkirciyi affetmeniz, Allah
karşısında fazla derecede değerlendirilir." (93).
* * *
40
Tolstoy
Kaynaklar
(1) Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi, X, 55; İsmail
Mutlu, Peygamberimizin Mucizeleri, s. 420.
(2) Tirmizi, Da'avât 74, (3485).
(3) Tirmizi, Fiten 26, (2192).
(4) Buhârî, Mezalim 4; İkrah 6. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 68.
(5) Müslim, Zikir 22.
(6) Tirmizi, Zühd (2353).
(7) Karş: Tergib ve Terhib Tercümesi: Hadislerle İslâm, C.II, s. 290;
317.
(8) Karş: Tergib ve Terhib Tercümesi: Hadislerle İslâm, C.V, s.
325-337.
(9) Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyamet 59; Nesâî,
İman 19,33; İbnu Mâce, Mukaddime 9.
(10) Buhârî, Rikak 28; Müslim, Cennet 1; Ebû Dâvûd, Sünnet 22;
Tirmizî, Cennet 21; Nesâî, Eymân 3.
(11) Kaynağı bulunamadı.
(12) Benzerleri için bkz: Tergib ve Terhib Tercümesi: Hadislerle İslâm,
C.IV, s. 363-376.
(13) Tirmizi, Tefsir, Muavvizateyn 2, (3366).
(14) el-Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132 (2016).
(15) Kaynağı bulunamadı
(16) Dârekutnî, es-Sünen, IV, 184. Ayrıca bk. Hâkim, el-Müstedrek,
IV, 115"(15)
(17) Karş: Tirmizi, Birr 16, (1925); Ebü Dâvud, Edeb 66, (4941).
(18) Karş: Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71, (45); Nesâî, İman 19,
(3,115); Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyamet 60, (3517); İbnu Mâce, Mukaddime 9,
(66).
(19) Kaynağı bulunamadı.
41
Hz. Muhammed
(20) (En'âm, 6:152) (Ayet, Rezîn İbnu Muâviye'nin ilâvesidir).
(21) Buhârî, Zekât 30, Edeb 33; Müslim, Zekât 55, (1008).
(22) Ramuzü'l-Ehadis, 2: 341 (6). Karş: Buharî, isti'zân 12, Kader 9;
Müslim, Kader 20, (2657); Ebü Davud, Nikâh 44, (2152).
(23) Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 227-228; Dârimî, Büyü' 2.
(24) En yakın için bkz: Tirmizi, Kıyamet 46, (2490); Müslim, Cennet
63, (2865).
(25) Bkz. Kars: Tirmizi, Kıyamet 46, (2490); Tirmizî, Birr 77,
(2019).
(26) Karş: Tergib ve Terhi Tercümesi (Hadislerle İslâm), IV, 431-
446.
(27) Taberani, Mucemü's-Sağir Tercüme ve Şerhi (İsmail Mutlu),
c. II, s. 289.
(28) Buhârî, Bed'ü'l-vahy 1, îmân 41, Nikâh 5, Menâkıbu'l-ensâr
45, İtk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmaret 155. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd,
Talâk 11; Tirmizî, Fezâilü'l-cihâd 16; Nesâî, Taharet 60; Talâk 24,
Eymân 19; İbni Mâce, Zühd 26
(29) En yakın için bkz: Mürşid, 3.0, Hadis no: 7212.
(30) En yakın için bkz: Buharî, Tefsir, Hâ-mim, es-Secde (Fussilet)
1.
(31) En yakın için bkz: Tirmizî, Birr '77, (2019).
(32) En yakın için bkz: Tirmizî, Birr '77, (2019).
(33) Kaynağı bulunamadı.
(34) Kaynağı bulunamadı.
(35) Müslim, Zühd 64, (2999).
(36) Tirmizî, Tefsir, Zuhruf, (3250); İbnu Mâce, Mukaddime 7.
(37) Kaynağı bulunamadı.
(38) Tirmizi, Zühd 5, (2309).
(39) Fedâiıu'l-Cihad 2, (1621).
(40) Kaynağı bulunamadı.
(41) En yakın için bkz: Tirmizî, Daavât 112, (3542).
(42) Süyuti, Kabir Âlemi Tercümesi, s. 39.
(43) En yakın için bkz: Tirmizi, Zühd 36, (2351).
(44) Kaynağı bulunamadı.
(45) Buharî, isti'zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20, (2657); Ebü
Davud, Nikâh 44, (2152).
(46) Karş: Buharî, Tefsir, Nun ve'1-Kalem 2, Tefsir, Nisa 8, Tevhid
24; Müslim, İmân 302, (183).
(47) Kaynağı bulunamadı.
(48) Kars: Muvatta, Kelâm 8, (2,986); Tirmizi, Züht 57, (2400).
42
Tolstoy
(49) Karş: Buhâri, Teheccüt 1, Daavât 10 Tevhid 8, 24, 35; Müslim,
Salâtu'l-Müsâfirin 199, (769); Muvatta, Kur'ân 34, (1, 215, 216); Tirmizi,
Daavât 29, (3414); Ebü Dâvud, Salât 121, (771); Nesâi, Kıyâmu'1-Leyl 9,
(3,209,210).)
(50) Benzer bir hadise rastlanmadı.
(51) Kaynağı bulunamadı.
(52) Karş: Buhari, İlim 34, İ'tisam 7; Müslim, ilm 13, (2573); Tirmizi,
ilm 5, (2654).
(53) Buhârî, İlim 34; Müslim, İlim 13. Ayrıca bk. Buhârî, İ'tisâm 7;
Tirmizî, İlim 5; İbni Mâce, Mukaddime 8
(54) Kaynağı bulunamadı.
(55) İbnu Mace ve diğerleri, Tergib ve Terhi Tercümesi (Hadislerle
İslâm), C. I, S. 129.
(56) Kaynağı bulunamadı.
(57) Kaynağı bulunamadı.
(58) Müslim, Zühd 64, (2999).
(59) Tirmizi, Kıyamet 61, (2519).
(60) Müslim, Radâ' 64, (1467); Nesai, Nikah 15, (6, 69).
(61) Kaynağı bulunamadı.
(62) Karş: Tirmizi, Kıyamet 61, (2520); Nesai, Eşribe 50, (8, 327,
328).
(63) Karş: Tirmizî, Tefsir, Hucurat (3264); Ebu Dâvud, Edeb 71,
(4926).
(64) Karş: Buhari, Edeb 57, 58; Müslim, Birr 28-34, (2563 - 2564);
Ebu Dâvud, Edeb 40, 56, (4882, 4917); Tirmizi, Birr 18, (1928); 85,
(2033).
(65) Kaynağı bulunamadı.
(66) Karş: Buhâri, İman 24, Mezâlim 17, Cizye 17; Müslim, İman
106, (58); Ebu Dâvud, sünnet 16, (4688); Tirmizi, İman 14, (2634); Nesâi,
İman 20, (8,116).
(67) Karş: Buhârî, İstitâbe 4, İsti'zân 22, Edeb 35; Müslim, Birr 48,
Selâm 10. Ayrıca bk. Tirmizî, İsti'zân 12; İbni Mâce, Edeb 9.
(68) En yakın için bkz: Müslim, İman 164, (102); Tirmizî, Büyü 74,
(1315); Ebu Dâvud, Büyü, 52, (3452); İbnu Mâce, Ticarât, 36, (2224). Metin,
Müslim'inkidir.
(69) Ebu Dâvud, Edep 125, (5150).
(70) Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71, (45); Nesâî, İman 19, (3,
115); Tirmizî, Sıfatui-Kıyamet 60, (3517); İbnu Mâce, Mukaddime 9,
(66).
(71) Tirmizî, İman 12, (2629); Nesâî, İman 8, (8,104,105).
(72) Karş: Tirmizi, Birr 85, (2033).
43
Hz. Muhammed
(73) Karş: Tirmizî, Salât 266, (360); Müslim, Birr 36, (2565); Muvatta,
Hüsnü']- Hulk 17, (2, 908); Ebu Dâvud, Edeb 55, (4916); Tirmizi, Birr
76, (2024).
(74) Kaynağı bulunamdı.
(75) Karş: Buhârî, İstitâbe 4, İsti'zân 22, Edeb 35; Müslim, Birr 48,
Selâm 10. Ayrıca bk. Tirmizî, İsti'zân 12; İbni Mâce, Edeb 9.
(76) En yakın için bkz: Buhari, Edeb 76, Müslim, Birr 107, (2760);
Muvatta, Hüsnü'1-Halk 12, (2,906).
(77) Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 130. Ayrıca bk. Tirmizî,
Zühd 40; İbni Mâce, Zühd 9.
(78) Tirmizî, Zühd 44.
(79) Buhari; Rikâk 30; Müslim, Zühd 8, (2963); Tirmizi, Kıyamet
59, (2515).
(80) Buhari; Rikâk 30; Müslim, Zühd 8, (2963); Tirmizi, Kıyamet
59, (2515).
(81) Tirmizi, Zühd 36, (2351).
(82) Buhârî, Sulh 11, Cihâd 72,128; Müslim, Zekât 56. Ayrıca bk.
Müslim, Müsâfirîn 84, Ebû Dâvûd, Tatavvu 12, Edeb 160
(83) Buhârî, Rikak 38
(84) Kaynağı bulunamadı.
(85) Buhârî, Edeb 33; Müslim, Zekât 52, (1005); Ebu Dâvud, Edeb
68, (4947); Tirmizî, Birr 45, (1971).
(86) Buhârî, Edeb 18; Müslim, Tevbe 22. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd,
Cenâiz 1; İbni Mâce, Zühd 35.
(87) En yakın için bkz: Buhâri, İstikrâz 2; Buhârî, Hums 7.
(88) Tergib ve Terhib Tercümesi: Hadislerle İslâm, C. IV, s. 169.
(89) Kaynağı bulunamadı.
(90) Tirmizi, Birr 36, (1957).
(91) Buhâri, Tevhid 2, Edeb 27; Müslim, Fedail 66, (2319); Tirmizi,
Birr 16, (1923).
(92) Kaynağı bulunamadı.
(93) Kaynağı bulunamadı.
44
2. BÖLÜM
MEKTUPLAR
Hz. Muhammed'in Öğretileri
Rus yazarı L. N. Tolstoy, 1908 yılında, 'Abdullah El-Sühreverdi'nin
Hindistan'da yayımlanmış 'Hz. Muhammed'in
Hadisleri' kitabını okumuştur. Tolstoy, okuduğu hadislerden
bir kitapçık tertip etmiş, bunu Rusya'nın 'Posrednik' adlı yayınevinde
(1908 Ekim) "Muhammed'in Kur'an'a Girmemiş
Hadisleri" ismini koyarak bastırmıştır. Tolstoy'un kendisi
bir dindar olarak çeşitli dinî konulan iyi biliyordu. Onun İslâm'a
bakışı, özellikle 15 Mart 1909 yılında, Azeri kökenli
General İbrahim Ağa ile evli olan Rus asıllı bayan Yelena Vekilova'ya
yazdığı mektuptan da anlaşılıyordu.
Dönemin Rusya'sında, çocukların, kendi halkının (Azeri-
Türk toplumu) huzuru için İslâm'ı kabul etmek istemeleri
halinde; anne ve baba farklı dine mensup dahi olsa çocuklarının
din değiştirmeleri konusunda baskı yapmazmış. Yelena
Vekilova, bu yaklaşımdan hareketle durumu düşüncelerine
değer verdiği çağdaşı Tolstoy'a bildirip çocuklarının kimliklerine
hangi dinî yazdırmasının daha iyi olacağını, "bu konuda
ne tavsiye edersiniz, acaba ben ne yapayım?" diyerek
danışmıştır. Tolstoy da bu çağrıya cevap vermekte gecikmemiştir.
47
Hz. Muhammed
'En son ve en büyük din olan İslâm...'
Tolstoy
Tolstoy'un Cevap Mektubu
"... Muhammediliğe, Provoslav (Rusya'da Hıristiyanlığın
bir kolu) dininden daha fazla önem vermelerine gelince,
ben bütün kalbimle buna katılıyorum. Bunu söylemek ne kadar
tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan
(Hıristiyanlıktan) mukayese edilemeyecek kadar yüksekte duruyor.
Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında
olan her Provoslav (Hıristiyan) ve her bir insan, şüphe ve tereddüt
etmeden Muhammediliği; tek Allah'ı ve onun Peygamberini
kabul ederdi.
Neden? Çünkü zor ve anlaşılmaz bir ilâhiyatçılık olan Toritsa(*)
(Baba-Oğul ve Kutsal Ruh), sırlarla dolu Meryem Ana,
Mukaddesler ve onların resimleri, tasvirleri ve zor ayinlerle dolu...
Başka türlü de olamazdı. Yani Muhammediliğin, dinî öğretilerin
aslının yerine geçen birçok batıl inançların, kilise inançlarına
çevrildiği bir dönemde, kilise inancından yüksekte durmaması
mümkün değildi. Şuna dikkat edelim ki:
Muhammedilik, Hıristiyanlıktan 600 yıl sonra ortaya
çıkmıştır. Dünyada her şey gelişiyor, mükemmelleşiyor. Her
bir insanın geliştiği gibi bütün insanlık da gelişip mükemmelleşiyor.
İnsan hayatının anlamı, esası, onların dinî anlayışları-
(*) - Rusça bir kelime olan Troitsa, teslis yani üçleme demektir. Hıristiyanlıktaki
teslis inancı, Baba (Allah), Oğul (Hz. İsa) ve Kutsal
Ruh'tan (Meryem) oluşur.
48
Tolstoy
dır. Dinin mükemmelleşmesi ise, onun anlaşılmasını kolaylaştırmaktan
ve her türlü gizli kalan düşünceleri açıklamaktan
ibarettir.
Dini değerlerin ve gerçeklerin perde arkası, karanlık yerlerinin
açıklanıp aydınlatılması, en eski devirlerden beri insanlığın
büyük düşünürleri tarafından yapılmış, hayata geçirilmiştir.
Onların, bütün büyük dinlerin esaslarını koydukları
hesap edilmiştir. Her şeyden önce bizce bilinen dinlerin, böyle
yani dinin en yüksek değerleri, "Veda"nın (Hinduizm) kitaplarında,
daha sonraları Hz. Musa'nın, Buda'nın, Konfüçyüs'ün,
Lao-Tse'nin, Hz. İsa'nın ve Hz. Muhammed'in öğretilerinde
verilmiştir. Yani dinlerin bütün kurucuları, dinî eski
anlamından çıkarmış onları daha derin, daha kolay ve akla uygun
hale getirenler de insanlar idiler. Ancak yine de "insan"
idiler ve bu yüzden de gerçeği, onu bütün aydınlığı, derinliği
ve eskiden kalan herhangi bir yanlışlıktan temizlenmiş halde
ifade edememişlerdir.
Düşünsek ki, bu insanlar yanlış yapmıyorlardı ve onun
için onların kendilerinin çok aşağısındaki öğrencileri, gerçeği
derinliğiyle kavrayarak, tabii ki süslemek amacıyla, herkese
göre geçerli hale getirmek için birçok lüzumsuz ve özellikle de
tuhaf şeyler ilave ederek çevirmişlerdir. Bunun sonucunda da
insanların birçok gerçeği görmesi zorlaşmıştır. Dinler ne kadar
incelenirse, bir o kadar fazla ilâhiyatçının açıkladığı gerçeklerin
böyle aslından uzaklaştırılıp değiştirilmesi ise gerçeklerin
yüzünü örter, karartır.
Bu konularda en eski dinlerde her şeyden fazla tuhaflıklar ve
her çeşit batıl inançlar, uydurmalar (hurafeler) vardır ki, bunlar
da doğruyu saklıyor, perdeliyor. Bu da, ağırlıklı olarak eski dinlerden
olan Budizm, Brahmanizm, Konfüçyüs dininde Taoizm gibi
beşeri dinlerle Hıristiyanlık ve Musevilikte ve çok az da olsa en
son ve en büyük din olan İslâm'da da vardır... "(*)
(*) - Tolstoy'un, 15 Mart 1909'da Yelana Vekilova'ya yazdığı mektup;
"Literaturniy Azerbaydjan" Dergisi, No: 12,1978, sayfa 114.
49
Hz. Muhammed
'Kalbimizde Allah'ın nuru vardır,
onun adı da vicdandır.'
Tolstoy
Lev Tolstoy'a Mektup
Aradan altı yıl geçer. Ancak ne İbrahim Ağa'nın baba
yüreği sakinleşir ne de Yelena Vekilova'nın ana kalbinin rahatsız
çarpıntıları kesilir. Onların intizarının esas sebebi,
oğullarının hangi dine hizmet edeceğidir. Allah, onlara
üçüncü evlâdı da vermiştir. Kızları Reyhan da artık on üç yaşındadır.
"Nereye gidip kimden akıllı bir maslahat almalı?"
diye düşünmektedirler. Resmî devlet daireleri ve din adamları,
içinden çıkılmaz bir duruma düşen aile meselesine bu
yönde bir yardım edememektedir.
General İbrahim Ağa'nın Petersburg Teknoloji Enstitüsü'nde
tahsil yapan büyük oğlu Boris (Faris)'i ve Moskova'daki
Alekseyev Askeri Okulu'nda subay olan kardeşi
Qlebi (Galip)'i de düşündüren ciddi bir durum söz konusudur:
"Biz kimiz, hangi millete mensubuz? " şeklindeki inanç
sorgulaması...
Bu açıklanamaz sorgulamalar karşısında iki kardeş sık
sık anne ve babaya müracaat edip sorunlarına çare arıyorlardır.
Evlâtlardan Fâris (Boris) Vekilov bakın bu durumu nasıl
anlatıyor;
50
Tolstoy
"Benim yaşım 19 olmuştu. Ders meşguliyetleri ile beraber
Muhammed'in dinine geçme fikri de beni bırakmıyordu.
1904 - 1905 yıllarındaki şartlar bu niyetimin hayata geçmesine
yardım etmeliydi. Kötü niyetli Rus - Japon savaşı, halk
kitleleri arasındaki inkılâbı ruh haliyle Çar hükümetini bazı
liberal kararlar almaya mecbur etmişti.
1904 yılında "Din özgürlüğü hakkında manifesto (karar)"
yayınlandı. Herhangi bir sebepten dolayı ana baba dininden
dönmüş olanlara tekrar o dine dönmeye izin verilmişti,
insana öyle geliyordu ki, uygun dilekçe vermek yeterliydi
ki konu hallolsun. Tecrübeli insanlar, olan ebeveynim
Petersburg'a gelişimin ilk yılında Pravoslav (Hıristiyan) dininin
savunucularının aracısız yakınlığında bu meseleyi kaldırmaya
maslahat görmediler. Annemin Lev Tolstoy'a yazdığı
mektupta da dikkatli davranması düşüncesi hakimdi. Hoş
olmayan olaylardan yakayı kurtarmak için niyetimin hayata
geçirilmesini bir o kadar geciktirdik. Babam (İbrahim Ağa
Vekilov) ve annem Yelena Vekilova şu karara varmışlar ki,
anlayışlı yazar Lev Tolstoy'dan başka hiç kimse bu ciddi aile
meselesine akıllı bir cevap veremezdi."
2 Mart 1909 yılında, anne Yelena Vekilova, Tiflis'ten
Tolstoy'a bir mektup yazar ve aile bireylerinin inanç arayışlarını
anlatır.
"Bizim çok sevdiğimiz hocamız Lev Nikolayeviç!
Mektubumla sizi rahatsız ettiğim için, size karşı özür dileyecek
söz bulamıyorum. Biliyorum ki, benim gibi sizden akıl
almak isteyenler çoktur. Bütün bunlara bakmayarak ben de size
müracaat ediyorum. Çünkü hayat benim karşıma gücümün
yetmediği bir konu çıkarmıştır.
Ben kısaca isteğimi size anlatmaya çalışacağım. Ben elli
yaşındayım. Üç çocuk annesiyim. Kocam da Müslüman'dır.
Ancak nikâhımız kanunidir (yani dinî nikâh yapmadık). Ço-
51
Hz. Muhammed
cuklarımız Hıristiyan dinine inanıyorlar. Kızım on üç yaşında,
oğlumun biri yirmi üç yaşında ve Petersburg Teknoloji
Enstitüsü'nde okumaktadır. Diğeri yirmi iki yaşında, o da
Moskova'daki Alekseyev Askeri Okulu'nda subaydır. Oğullarım,
babalarının dinine geçmek için benden izin istiyorlar.
Ben ne yapmalıyım? Ben biliyorum ki şimdi bu mümkündür
ve aynı zamanda bizde yaşayan yabancı vatandaşlarla kötü
ilişkileri de biliyorum. Onlarda bu fikrin uyanmasına sebep
küçük ailevi meseleler değil. Ne maddi çıkar beklentisi, ne de
makam mevki tutkusu da onları bu konuya sevk etmiyor. Ancak
karanlıkta kalan Tatar (Azeri-Türk) halkına yardım etmek
maksadını taşıyorlar. Onların halkla birleşip kaynaşmasına ve
yardımlaşmasına dinleri engel oluyor. Ama ben korkarım ki,
kendi düşüncemle onları kötü bir yola sevk edeyim. Ben kendi
derdimle baş başayım... Ah... Eğer ben kendi dertlerimi ve
çektiklerimi, savaşlarımı size yazabilseydim... Ben kendi evlâtlarını
delicesine seven bir annenin gözyaşları ile yazıyorum.
Artık azaptan aklımı yitirmiş halde sizden akıl isteme
durumuna geldim. Siz, yalnız siz, kendi aklınızla hayatımızın
bugünkü şartlarından bunun nasıl neticeleneceğini duyabilirsiniz.
Benim derdim size küçük ve basit görünebilir. Ancak bana
dehşetli azaplar vermektedir.
Lev Nikolayeviç, siz bize, bizim gibi küçük insanlara hiçbir
zaman yürekten gelen değerli tavsiyelerinizi esirgemediniz.
Bunu bildiğim için cesaret edip sizi kendi isteğimle rahatsız
ettim. Beni teselli ateşine atın. Çok çok özür dilerim ki sizin
kıymetli vaktinizi aldım. Bu adımı atmaya beni mecbur eden
şey delicesine analık sevgisidir."
Bütün kalbiyle size bağlı olan
Yelena YEFİMOVNA VEKİLOVA
Tiflis, Uçebnıy Pereulok I, Ev 8.
52
Tolstoy
'Müslümanlık Hıristiyanlık
karşısında üstündür.'
Tolstoy
Lev Tolstoy'un Cevabı
Tolstoy, 15 Mart 1909 yılında "Yasnaya Polyan"dan gönderdiği
cevap niteliğindeki mektubunda şöyle diyordu:
"Yelena Yefimovna (Vekilova)'ya
Sizin oğullarınızın Tatar halkının bilgilenmesine yardım
etme arzusunu takdir etmemek olmaz. Böyle olduğu halde
Muhammed'in dinini kabul etmenin de ne derece lâzım olduğunu
da anlatamam. Genellikle size demeliyim ki, hükümete
itiraf etmeden, insanın hangi dine mensup olması hakkında kime
olursa olsun artık kendinin bilgi vermesini gerekli sayıyorum.
Buna göre de sizin oğullarınızın Muhammed'in dinini
Hıristiyanlıktan üstün tutarak kabul etmeleri yani bir dinden
başka bir dine geçmeleri hakkında kimseye bilgi vermeleri gerekmez.
Belki bu zaruridir. Fakat ben bu konuda bir şey diyemem.
Ona göre de sizin evlâtlarınız bu konuda hükümet organlarına
haber verip vermemeleri hakkında kendileri karar
vermelidirler.
Müslümanlığın Hıristiyanlık karşısındaki üstünlüğüne
ve özellikle sizin evlatlarınızın hizmet ettikleri maksadın âlice-
53
Hz. Muhammed
naplığına gelince, bu konuya bütün kalbimle katılıyorum. Hıristiyan
ideali ve öğretisini, onun hakiki manasında, her şeyden
üstün tutan bir insan için bunu söylemek ne kadar garip
olsa da demeliyim ki, Müslümanlığın kendine has dış görünüşüne
göre Kilise Hıristiyanlığından kıyas kabul etmez derecede
üstün durması, bende hiçbir şüphe doğurmuyor. Eğer ki,
bir kimsenin karşısına kilise Hıristiyanlığı veya İslâm dinine
girme hakkında bir tercih koyulsa, o zaman her bir akıllı adam,
mürekkep ve anlaşılmaz ilâhiyatın üç sıfatlı Allah'ın, günah
çıkarma merasiminin, dinî ayinlerin, İsa'nın anasına yalvarışın,
mukaddeslerin ve onların resimlerine sayısız hesapsız ibadetlerin
yerine, hükümleri bir Allah'ı ve peygamberi olan İslâm
dinini, şüphesiz ki üstün tutar. Bu başka türlü de olamaz.
Ayrı ayrı fertlerin, bütün insanlığın ve bütün insanların
hayatının esasını teşkil eden dinî şuurun mükemmelleştiği
(olgunlaştığı) gibi, hayatta her şey gelişir ve mükemmelleşin
Dinin gelişip mükemmelleşmesi ise, onun sadeleşmesinden,
anlaşılmasından ve onu anlaşılmaz yapan her şeyden kurtulmasından
ibarettir. Dini hakikatlerin, onu anlaşılmaz yapan
her şeyden kurtarılması en eski zamanlardan beri dinlerin esasını
koyan düşünürler tarafından hayata geçirilmiştir. Böylelikle
bize malum olan bütün dinlerin hepsinden önce böyle yüce
ve yüksek din anlayışı, Veda'nın (Veda-Hinduizm) kitaplarında,
daha sonra Musa'nın, Buda'nın, Konfüçyüs'ün, Lao
Tzu'nun, Hıristiyanlık ve Muhammed'in Öğretilerinde verilmiştir.
Dini, onun eski kaba manasından kurtarıp, daha derin,
sade ve akla uygun hakikatlerle değiştiren bütün yeni din hadimleri
(hizmetçileri/tebliğcileri) büyük adamlar olmuşlardır.
Fakat sırf büyük adam olduklarındandır ki, hakikati olduğu
gibi, bütün aydınlığı, derinliği ve sadeliği, saflığı ile eski yanlış
fikirlerinden kurtarılmış şekilde ifade edememişler. Bu kimselerin
hata yapmayacakları, onların bütün söylediklerinin
tekzip edilmez asıl gerçekler olduğu farz edilse bile, onların
kendisinden çok çok aşağıda bulunan şakirtleri/'öğrencileri, ha-
54
Tolstoy
kikati bütün derinliği ile anlamadan, onu daha gösterişli ve
herkes için uygun hale getirme arzusu ile ona pek çok gereksiz
eklemeler, özellikle acayip şeyler karıştırdıklarından, herkesin
gerçeği görmesi oldukça zor olur.
Gerçeğin din tarafından böyle tahrifi ne kadar çok itiraf
edilmişse, bu tahrifler o kadar çok artmış, neticede dine hizmet
edenler tarafından keşfedilmiş asıl hakikat karanlıkta kalmıştır.
Buna göre de en eski dinlerde gerçeği gizleyen mucize ve
uydurmalar her şeyden çoktur. Bu, en çok en eski dinde, Brahman
dininde, ondan az Yahudi dininde, ondan az Buda, Konfüçyüs,
Taoizm dinlerinde, onlardan daha az Hıristiyan dininde
ve nihayet en az, en son din olan İslâm dininde vardır. Bu
bakımdan Müslümanlık en elverişli durumdadır.
İslâm dini, onda harici, tabii olmayan ne varsa, hepsini
atsa ve öz temeline Muhammed'in dinî -manevi öğretilerinin
esaslarını koysa- tabiidir ki, bütün büyük dinlerin esasları ve
özellikle, gerçeği itiraf eden Hıristiyan öğretilerinin esasları
ile birleşir.(*)
Siz böyle uzun uzadıya yazıyorum ki, siz benim fikirlerimi
oğullarınıza ulaştıracaksınız ve bu fikirler de onların güzel
düşüncelerini hayata geçirmeye yarayabilirler. Dinin mahiyetini
teşkil eden büyük hakikatlerin, onu karanlıklaştıran her
şeyden temizlenmesine yardım etmek, insanın yapabileceği en
güzel işlerden biridir. Eğer sizin evlâtlarınız bu işleri ailevi bir
görev hesap etseler, o zaman hayatları dolu ve tam olacak.
Bilmiyorum, Müslümanlıkta benim bildiğim, yüksek
esaslı hakikatleri gizleyen yanlış fikirlerden ve mevhumlardan
kurtarılmasına hizmet ettiklerini iddia eden iki öğreti sizce ve
sizin evlatlarınızca biliniyor mu bilinmiyor mu?
(*) Çünkü dinlerin temel kaynağı Allah'tır. Öğretileri ise Allah'a ve
Allah'ın iman edilmesini istediği şeylere inanıp iman etmektir.
Bu durumda Tolstoy'un dediği gibi, dinler bozulmamış olsaydı
hepsi İslâm'ın esasları ile birleşecekti.
55
Hz. Muhammed
Buna göre söz konusu her iki grup, araştırılmış ve hâlâ
da araştırılmaktadır. Bunlardan biri İran'da çıkmış sonra Türkiye'ye
geçmiş olan ve orada yerleşmeye çalışan Bahaîlik'tir.
Bahâilik, Akka'da yaşayan Bahaullah'ın oğlunun adından
yola çıkılarak kurulmuştur. Ancak bütün insanlık için bir olan
sevgi dinini kabul eden bu dinî mezhep, ibadetin hiçbir şeklini
kabul etmiyor!*)
İkincisi, Kazan'da ortaya çıkmış, taraftarları, kendilerini
kurucularının adıyla adlandırıp kendilerine "Allah'ın ordusu"
veya "Vaisovçular" diyorlar. Bunlar da inancın aslını
sevgide görürler ve sevgiye zıt olan her şeyden uzak dururlar.
Bu mezhep veya tarikat da takip edilmekte, rehberleri yakalanıp
hapse atılmaktadır.
(*) Lev Tolstoy'un da yanlış ve batıl bir inanç olarak nitelendirip dikkat
edilmesini istediği Bahaî Dini; inananları tarafından Bahaullah
olarak adlandırılan Mirza Hüseyin Ali Nuri ( 1817-1892 ) liderliğinde
İran'da kurulan batıl bir dindir. Mirza Hüseyin Ali, 1863 yılında
Bağdat'ta daha önce Tebriz'de öldürülen ve müridi olduğu
Şeyhi Bab Mirza Ali Muhammed'in ve diğer dinler tarafından geleceği
vaat edilen Peygamber - Tanrı Elçisi - olduğunu açıklayarak
Baha dinini kurmuş oldu. Mirza Hüseyin kendini peygamber olarak
açıkladıktan sonra Osmanlı Devleti içerisinde değişik bölgelere
sürgüne gönderilmiş ve Bahaî inancını yaymıştır. Mirza Hüseyin
Ali'nin (Bahaullah) ölümünden sonra büyük oğlu Abdülbaha
(1844-1957) öğretinin liderliğini yapmış, Abdülbaha'nın vefatından
sonra ise büyük torunu Şevki Efendi, Bahaîliğin liderliğine getirilmiştir.
Başlangıçta İslâm dininin bir mezhebini andıran Bahailik
zamanla bağımsız bir din halini almıştır. Bahailik'te Yahudilik
ve Hıristiyanlıktan alınan esaslarda vardır. Günde üç vakit özel
namaz kılarlar. Namaz kılarken, İslâm'dan ayrılan önceleri mezhep
sonra ayrı bir din hüviyetine dönüşen inanç sistemi olmalarına
karşın Kâbe'yi kıble olarak kabul etmezler. Bahaullah'ın oturduğu
evin bulunduğu yeri kıble sayarlar. Bahaîlerin inançlarını
düzenleyen iki Kutsal kitapları vardır. Bunlar: El-ikan ve Kitabu'l-
Akdes'tir Ülkemizde Yargıtay'ın 13.10.1962 tarih ve 1252 esas, 2345
sayılı kararıyla ayrı bir din olarak kabul edilmediği için ayrı ibadethane
yapımına izin verilmemiştir.
56
Tolstoy
Eğer benim düşüncelerim hiç olmasa bir şeye yarasalar,
siz veya oğullarınız kendi faaliyetleri hakkındaki kararlarını
bana bildirseler çok memnun olurum."
Lev TOLSTOY
Görülüyor ki, Tolstoy'u annenin yazdığı mektup çok heyecanlandırmıştır.
Bunu dört sayfalık ve acele yazılan mektubundan
anlamak mümkündür. Lev Tolstoy'un, "Müslümanlığın
kendine has dış görünüşüne göre kilise Hıristiyanlığından
kıyas kabul etmez derecede üstün durması bende
hiçbir şüphe doğurmuyor" cümlesi, onların aile ıstırabına
son veren bir cevap olur. Mektup, ailede hüküm (emir) gibi
okunup kanun gibi kabul edilir.
Tolstoy'un mektubundan sonra Tiflis'teki Zagafgaziya
Ruhani İdaresi general İbrahim Ağa Vekilov'un evlâtlarını
Müslümanlığa kabul etmiş ve bu arada Müftü Mirza Hüseyin
Efendi Kayıpzade'nin imzası ile resmî senet vermiştir.
Çocukların adını da değiştirip; Boris, Faris olmuş, Qleb ise
Galip olarak resmileşmişlerdir.
Lev Tolstoy'un, Yelena Vekilova'ya yazdığı mektubun
aslını Yelena'mn oğlu Faris'de, 1978 yılında Moskova'da Lev
Tolstoy adına açılan müzeye vermiştir. Mektuplar müzede
hâlâ sergilenmektedir.
57
Hz. Muhammed
'Müslümanların Allah'tan başka ilâhı yoktur
ve Muhammed onun peygamberidir.'
Tolstoy
Yasnopolyana Kayıtları
Dâhi yazar Lev Tolstoy, İslâm dinine olan inancını sadece
Vekilov'lara yazdığı mektuplarla açıklamamıştır. Onun
çok yakınında bulunan binlerce kalem ve kalp dostları Tolstoy
ile İslâm dinine, Hz. Muhammed'in şahsiyetine ulvî muhabbeti
hakkında yazılar yazıp, sohbetler ederlermiş. Tolstoy'un,
müslümanlığı kabul etmesi konusundaki ilk net ifadesi
ise, aşağıdaki sözlerinden anlaşılabilir.
Slovak asıllı D. P. Makovitski, altı yıl Tolstoy'un özel
doktorluğunu yapmış ve çok sayıda dostunun Tolstoy'u ziyaret
etmesi sırasında aralarında geçen diyalogları not ederek,
"1904-1910 Yıllarında Tolstoy'un Yanında" adlı büyük
bir eser yazmıştır.
Bu kitap 1979 yılında dört cilt olarak "Yasnopolyana Kayıtları"
adıyla, ilk defa Moskova'da yayımlanmıştır. Kitabın
III. cildinin, 356. sayfasında ise Tolstoy'un ailevi sohbetleri
veriliyordur. Okuyucu orada Tolstoy'un, General İbrahim
Ağa Vekilov'un hayat arkadaşının kaygısına ortak oluşuna
ve İslâm dinini kalben sevmesine bir kez daha şahit olur.
Tolstoy'un doktoru Duşan Petroviç Makovitski bu durumu
bakın nasıl anlatıyor:
58
Tolstoy
1909 yılı Mart ayının 13'ünde Lev Nikolayeviç Tolstoy
bir sohbet sırasında dedi ki: 'Bir anneden mektup aldım. Yazıyor
ki: Çocuklarımın babası Müslüman'dır ben ise Hıristiyan'ım.
İki oğlum var, biri talebedir, öbürü zabit (subay).
Her ikisi de İslâm dinine geçmek istiyor.'
Tolstoy'un bu sözü üzerine Sofya Andreyevna (Tolstoy'un
arkadaşı): 'Belki de oğullan, çok eşli olmak için Müslüman
olmak istiyorlardır.' der.
Tolstoy: 'Ne olur ki... Sanki bizde çok eşliler az mı? Bu
mektup hakkında düşünürken benim için çok şey aydınlandı.
Muhammed her zaman Evangelizm'in (Hıristiyanların)
üstüne çıkıyor. O, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah
ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah'tan başka ilâhı yoktur
ve Muhammed onun peygamberidir. Burada hiçbir muamma
ve sır yoktur.'
Sofya Andreyevna (Tolstoy'un arkadaşı) : 'Hangisi daha
iyidir? Hıristiyanlık mı, Müslümanlık mı?'
Tolstoy: 'Benim için açıktır ki, Müslümanlık daha iyidir,
daha üstündür.'
Kısa bir süre sustuktan sonra Lev Nikolayeviç Tolstoy
tekrar eder: 'Müslümanlık mukayese edildiğinde Hıristiyanlıktan
üstünlüğü görülür. Müslümanlık bana çok yardım etmiştir.'
Mikail Vasileyeviç (Tolstoy'un arkadaşı): 'Zaporojyeli
Nekrasovçular(*) İslâm Dinine geçmişler...'
Lev Nikolayeviç Tolstoy. 'İnsan inkişaf edince (gelişince)
dinin esasları da; Taoizm, Budizm, Hıristiyanlık da inkişaf
ediyor. Bunların da hepsinin dinî esasları birdir. Zaman geçtikçe
bu da birliğe ve sadeliğe getirip ulaştırıyor..."
(*) 1878 yılında Bulavin isyanı yatıştırıldıktan sonra ataman İknat
Nekrasov'un rehberliği ile Türkiye'ye göçen Don Kazakları.
59
Hz. Muhammed
Bir dertli anne Yelena Vekilova
Ünlü yazar Tolstoy ve dertli anne Yelena arasındaki
mektuplaşmaların üzerinden yaklaşık 80 yıl geçtikten sonra
"Literetarnuya Gazeta"nın 7. sayısında (1991), General İbrahim
Ağa Vekilov'un aile mektubu hakkında bir haber dosyası
yayımlandı. Dosya, İslâm dininin bütün dogmalarını
(nass-kaynak) kendinde toplayan eşsiz kitap Kur'an-ı Kerim'e
ayrılmıştı. Bu teşebbüs, İslâm dininin esasları hakkında
binlerce Rus okuyucusuna açık, abartısız bilgi vermek
için güzel bir başlangıç idi.
Yazar Lev Tolstoy'un Yelena Vekilova'ya yazdığı mektuptan
bölümlere yer veren gazete, "Çok teessüf ediyoruz ki,
Yelena Vekilova'nın şahsiyeti hakkında hiçbir bilgimiz yoktur"
itirafında da bulunmadan edememişti.
Azerbaycan'da bu soruya cevap verecek bir tek kimse
vardı: General İbrahim Ağa'nın tek torunu olan, Profesör
Leyla Galip kızı Vekilova. Asker bir ailenin kızı olan torun
Vekilova ailesini şöyle anlatıyor:
"Babaannem Yelena, Tiflis'te subay toplantılarından birinde,
dedem genç subay Ağaoğlu İbrahim Vekilov ile tanışmış.
Bizim Vekilovlar nesli, Azerbaycan'ın kenar şehri Kazak'tandırlar.
Zadegan (Beyzade) soyuna mensup neslimiz
resmî olarak 350 yıldan fazladır devam etmektedir. Bizim so-
60
Tolstoy
yumuz, kendi halkına, vatanına birçok savaşçı, âlim, yazar
ve şair yetiştirmiştir.
İki genç, birbirini sever. Ancak onların saadetlerine yalnızca
din farkı engel oluyordur. Azerbaycanlı İbrahim Vekilov
Müslüman, Yelena Yermolayeva ise Provoslav (Hıristiyan)
dinine mensuptur. O zamanki Rusya İmparatorluğu kanunlarına
göre nikâh kıymak için eşlerden biri kendi dininden
feragat etmek zorundadır. Ancak dedem de, babaannem
de ailelerinden aldıkları dinî terbiyeye karşı çıkamamaktadır.
Durum böyleyken İbrahim Ağa Vekilov, 'Rus Çarı'na
müracaat eder. Uzun çekişmelerden sonra evlilik izni verilir.
Fakat böyle evliliklerde yine dünyaya gelen çocuklar, Rus
İmparatorluğu kanunlarına göre Provoslav (Hıristiyan) dinî
terbiyesi almalıdırlar.
Böylece Yelena üç çocuğunu -kızı Reyhan, oğulları Boris
ve Qleb'i vaftiz ettirir. Fakat babalarının ve akrabalarının etkisi
ile çocuklar İslâm dinine meyleder ve Tolstoy'un telkini
ile Müslüman olurlar..." (*)
Tolstoy ve Nakşibendiler
Tolstoy'un 80. yaş gününde Kazan-Tatar Türkçesinde
yayın yapan gazete ve dergilerde L.N. Tolstoy hakkında pek
çok anma yazısına yer verilir. Tatarların ünlü yazarları Abdullah
Tukay, Fatih Emirhan, Fatih Kerimi gibi isimler, Tolstoy'u
tanıtan makaleler yayımlar. 'Fikir', 'İdeal', 'Vakit', 'El-
Islah' ve 'Şura' gibi basın yayın organlarında Tolstoy'un felsefesi
anlayışı ve dünya edebiyatında ki yeri hakkında yazılar
kaleme alınır. Bu arada bazı Tatar yazarların Tolstoy'la
mektuplaşmaları da bahsi geçen yayın organlarında yer bulur.
(*) Kaynak: Şemistan Nazirli, Topoğraf General İbrahim Vekilov,
Azerbaycan Devlet Kütüphanesi; Bakü "Zaman" 2002. Kayıt no:
71277 ve 70823.
61
Bu mektupların en dikkat çekeni ise 1909 yılında 'İktisat'
dergisinin yazarı Fatih Murtazın'ın, Tolstoy'a cevaplaması
için gönderdiği 5 soruluk yazındır. Tolstoy'un cevabı 9 Ocak
1910'da gelir. Tolstoy'un mektubunun Tatarca'ya tercümesi
'İktisat' dergisinin (1910) 11. sayısında yayımlanır.
Tolstoy cevabında; 'Aslında her din güzel, hayatın manasını
ise dine inanan her insan aramalı ve insanlığı sevmeli'
diyerek hümanist bir yaklaşım sergiler. Ancak işin ilginç tarafı
ünlü Rus yazarın cevap mektuplarıyla beraber, derginin
yazarı Murtazın'a, 'Hergün İçin Bir Hadis' adında bir kitapçıkta
göndermesiydi. Bu kitapçıkta Tolstoy, Hz. Muhammed'in
sözlerine yer verir ve ekler; "Bu ilahi (ezgi) kelimeler
her türlü din ehli için gereklidir"(*)... Dergide çıkan cevap
mektubunda Tolstoy, Arapça bilmediği için İslam'ı Rus misyonerlerinden
öğrendiğini de itiraf etmektedir.
Prof. Dr. Elfine Sibgatullina'ya göre Tolstoy'un bahsettiği
misyonerler Tatarlar arasında varolan (1860) ilginç bir sofi
teşkilatıdır. Kurucusu Bahauddin Vaisov, Nakşibendî Tarikatı'na
mensup olsa da dönemin sosyal ve yaşamsal gerekliliklerine
ek olarak tarikat felsefesine yenilikler yükleyecek kadar
da açık fikirlidir... Ancak Rus Çarı'na göndermiş olduğu
mektuplarda hükümetin siyasetini tenkit ermesinden dolayı
Bahauddin Vaisov sürgüne gönderilir.
Prof. Dr. Elfine Sibgatullina'ya göre Bahauddin Vaisov,
Tolstoy ile görüşmüş ve bazı konularda ortak noktalarda buluşmuşlardır.
Hatta Tolstoy Vaisov gibi devletten ve toplumdan
ayrılma fikrine katılmıştır(**)
(*) Ravil Amirhanov. Tatarskaya Dorevolutsyonnaya Pressa (V Kontekste
"Vostok-Zapad"), Kazan, Tatarskoye Knijnoye İzdatelstvo, 2002; s.
141-142.
(**) Tatar Edebiyatı Tarihi, II. Cilt, Kazan, Tataristan kitap neşriyatı, 1985.
62
3.BÖLÜM
TOLSTOY'UN İTİRAFLARI
Allah'a İnanmak
Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebine göre vaftiz edildim
ve çocukluk yıllarımda bu mezhebin görüşleri doğrultusunda
eğitildim. Çocukluk ve gençlik yıllarımdaki öğrenim yaşantımda
da yine bu inanç çizgisinde öğrenim gördüm. Ancak
on sekiz yaşımdayken, ikinci yıldan sonra üniversite öğrenimimi
yarıda bıraktığımda artık bana öğretilmiş görüşlerin
hiçbirine inancım kalmamıştı. Geçmişte yaşadığım olaylara
ve anılara dayanarak hüküm vermem gerekirse, aslında
çok da inançlı biri sayılmazdım. Fakat buna rağmen çevremdeki
insanların inançlarına saygı gösteriyor ve bana öğretilen
bilgilere inanıyor, itimat ediyordum. Aslında işin gerçeği,
bu itimat çok da kalpten inanarak değildi.
Benim dinî inançlarımdan kopuşum, kültürlü ve aristokrat
tabakaya mensup insanlarda geçmiş dönemlerde nasıl olmuşsa
ve şimdi de nasıl olmaya devam ediyorsa öyle olmuştu.
Sanırım bu durum bir çok insan için aynı seyri takip etmektedir.
Yani çevresindeki çoğunluk nasıl yaşıyorsa insan
da öyle yaşıyor.
İnsanların büyük bir kısmı, inanç esaslarıyla hiçbir ortak
noktası olmayan, hatta çoğunlukla ona ters düşen ilkelere
bağlı olarak yaşıyorlar. İnanç öğretisinin yaşantımızda pek
yeri yok; ne başka insanlarla olan ilişkilerimizde rastlıyoruz
65
Hz. Muhammed
ona, ne de bizzat kendi yaşantımızda onunla ilişkimiz oluyor.
İnanç esaslarını herhangi bir yerde, yaşamdan uzakta ve
yaşamdan bağımsız olarak kabulleniyoruz. O, herhangi bir
zamanda karşımıza çıkınca da yaşamı içten hiç ilgilendirmeyen
ve sanki sadece dıştan bir olaymış gibi karşılıyoruz.
Bir insanın dindar olup olmadığını, eski zamanlarda olduğu
gibi şimdi de o insanın hayatından ve davranışlarından
anlayabilmek oldukça güçtür.
İnanç, bugün ya da eski devirlerde olsun hep dış baskılarla
ayakta tutulmaya çalışılmıştır ve insanlar ona sonsuz
bir güven duyarak, yaşamlarında inanca bütünüyle yer verememişlerdir.
İnanç, bugün artık bilimlerin ve inanç esaslarıyla
ters düşen hayat deneyimlerinin etkisi altında erimektedir
ve erimiştir.
İnsanların büyük bir bölümü, kendisine daha çocuklukta
öğretilen inanç öğretisinin kendisinde sanki hiç bozulmadan
varlığını devam ettirdiğini zanneder; oysa ki aslında
bu öğretiyi, o inancı çoktan kaybetmiştir.
Bu durum insanların çok büyük bir çoğunluğunda sanırım
aynıdır. Elbette bizim gibi eğitim görmüş insanlardan,
yani kendi kendine karşı samimî davranan insanlardan bahsediyorum;
yoksa inandıkları dinlerini, dünyevî amaçlarına
alet eden insanlardan değil. Aslında bu tip insanlar gerçek
inançsızlardır; çünkü, inanç onlar için herhangi bir dünyevî
amaca ulaşmak için araç durumundadır. Bu ise şüphesiz ki
asla inanç değildir. Bazı insanlar, bilginin ve hayatın ışığının
yıktığı o çürük binanın kalıntılarını çoktan silip süpürmüş,
bazıları ise bunu henüz fark edememişlerdir.
Evet, Allah'a inanıyordum; daha doğru söylemek gerekirse
Allah'ı inkâr etmiyordum ama nasıl bir Allah'a inanıyordum,
işte bunu anlatamazdım.
Yalnızca, kendi adıma tek gerçek olduğuna inandığım
şeyi, ulaştığım bu gerçek bilgiyi yazılarımda diğer insanlara
66
Tolstoy
öğretiyordum. Yani benim şimdi sürdürdüğüm gibi yaşamak
gerektiğini ve insanın en rahat yaşadığı yerin ailesinin yanı
olduğunu anlatıyordum insanlara. Yaşantım böyle sürüp gidiyordu.
Fakat yaşantımın bu akışa girmesinden beş yıl sonra
tuhaf bir şeyle karşılaştım. Bazı anlarda zihnimi birdenbire
kuşkular sarıyordu. Sanki yaşam böyle anlarda duruyor,
zaman akmıyordu. Nasıl yaşamam, ne yapmam gerektiğini
bilmiyor gibi oluyordum. Dengemi yitirdim ve melankoliye
düştüm. Fakat bu durum kısa bir süre sonra geçti. Yaşantımı
kaldığı yerden, yine eskiden olduğu gibi sürmeye başlamıştım
ki, bu kuşku anları daha sık, hem de öncekine göre çok
daha yoğun bir hâlde tekrar etmeye başladı. Hayatımın durduğu
bu anlarda hep aynı sorular ortaya çıkıyordu:
Niçin? Peki, ya sonra ne olacak?
Başlangıçta bunların anlamsız, saçma sorular olduğunu
düşündüm. Sanıyordum ki, bunların cevapları belli, ortada
olan cevapları var ve ben bu cevaplara kolayca ulaşacağım.
Her şeyden önce bu soruların çözümü ile uğraştığımda meselenin
ortadan kalkacağını düşünüyordum. Fakat bununla
uğraşacak zamanım yoktu. Eğer günün birinde canım isterse
cevaplan bulabilirim diye düşünüyordum. Ancak sorular
gittikçe daha sık ortaya çıkmaya ve çoğalmaya başladılar;
üstelik bu sorular, cevaplarını bulmanın çok güç olduğu sorulardı.
Durmadan aynı yere düşen noktalar gibi, bu cevapsız
sorular da kara bir leke halinde toplanıp büyüyordu. Bir
iç hastalık nedeniyle acı çeken bir insanın hâli nasılsa, benim
hâlim de öyleydi. Önce hastanın önem vermediği küçük işaretler
belirir, sonra bu işaretler gittikçe daha sık tekrarlanır
ve zamanla kurtulmanın imkânsız olduğu bir ıstırap haline
gelir. Acı giderek büyür ve hasta düşünmeye vakit bulamaz
olur. O zaman şunu fark eder ki, kendisinin sağlık içinde yaşarken
pek fazla önemsemediği şey, aslında dünyada onun
için en önemli olan şeydir: Yani, ölümdür.
67
Hz. Muhammed
Yaşantım sanki durmuştu; sadece nefes alıyor, yiyor, içiyor
ve uyuyordum. Ancak bunları yapıyorum diye yaşadığımdan
bahsetmem mümkün değildi; çünkü ruhumu rahatlatacak
ve aklımı tatmin edecek bir arzum yoktu. Aslında
şunu da çok iyi biliyordum ki, bir arzum olduğunda,
onu gerçekleştirsem de gerçekleştirmesem de sonunda bir
şey değişmeyecekti.
Yaşamayı sürdürüyordum ama bu sadece yaşam fonksiyonlarımı
sürdürmekten ibaretti. Bir uçurumun başına gelmiştim
ve önümde yok oluştan başka bir şey olmadığını çok
iyi görüyordum. Ulaştığım sonuca kayıtsız kalmam imkânsız
olduğu gibi, önümde yalnızca acı ve gerçeğin durduğunu
görmemek için gözlerimi kapatmam da imkânsızdı. Yaşadığım
tam bir perişanlıktı.
Bir seyyahla, onun çölde karşılaştığı yırtıcı hayvanları
anlatan o şark masalını kim bilmez ki! Seyyah, yırtıcı bir
hayvandan kurtulmak için kendini kurumuş bir kuyuya
atar. Tam o anda, kuyunun dibinde onu yutmak için ağzını
açmış bekleyen bir ejderha görür. Yırtıcı hayvan tarafından
parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen ama
ejderha tarafından yutulmamak için aşağıya da atlayamayan
bu zavallı seyyah, kuyunun duvar taşları arasında boy vermiş
bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur. Az sonra elleri
uyuşmaya başlar ve kendisini her iki tarafta bekleyen felâketin
kucağına düşeceğini anlar; ancak dala hâlâ sımsıkı tutunmaktadır.
O sırada birkaç farenin, onun tutunduğu delğn
çevresinde dolaşmakta ve dalı kemirmekte olduğunu görür.
Dal kopacak ve o da canavarın ağzının ortasına düşecektir.
Seyyah bunu görünce kurtulma ümidinin artık hiç kalmadığını
anlar. Çaresizlik içinde çevresine bakarken, dalın yapraklarında
bal damlaları görür; dilini uzatır ve bunları yalamaya
başlar. İşte, ben de aynen bu seyyahın benzeriydim;
ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini,
beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim hâlde, son bir
68
Tolstoy
ümitle hayatın dallarına tutunuyordum ve bu azaba niye
düştüğümü de aklım bir türlü almıyordu. Bana o güne kadar
teselli vermiş olan balı yalamayı deniyordum; ancak bal artık
tat vermez olmuştu. Ölüm ejderhası ağzını açmış beni
yutmak için beklerken, yaşamın kemirgen fareleri de tutunduğum
dalı kopartmaya çalışıyorlardı. Bense artık sadece
kendilerinden kaçamayacağım o ejderha ile fareleri görüyor,
gözümü onların üzerinden ayıramıyordum. Üstelik bu bir
masal değildi; gerçeğin ta kendisiydi. Bu, aksinin ispatlanamayacağı
ve herkesin algılayabileceği bir gerçektir.
Soru: "Ne için yaşıyorum?"
Cevap: "Sonsuz büyük mekânda, sonsuz zaman irinde,
sonsuz küçük parçacıklar, sonsuz küçük bileşimler içinde
değişirler ve sen eğer bu değişimlerin yasalarını kavrayamamışsan,
yeryüzünde niçin yaşadığını da kavrayamamışındır."
Aynı şekilde düşünce anında kendi kendime şöyle diyordum:
"Bütün insanlık, onu yöneten manevî ilkelere ve
ideallere dayanarak gelişiyor. Bu idealler dinlerde, bilimlerde,
sanatlarda, devlet şekillerinde ifadesini buluyor. Bu idealler
gittikçe yükselmekte ve insanlık da gittikçe daha yüksek
mutluluğa tırmanmaktadır. Ben de insanlığın bir parçasıyım.
Bu nedenle benim görevim, insanlığın ideallerini öğrenmek
ve bunların gerçekleştirilmesine katkıda bulunmaktır."
Zihin gücümün zayıf olduğu sıralarda bu cevapla yetindim.
Ancak yaşamın sorusu içimde bütün netliğiyle uyanır
uyanmaz, bu teori de birdenbire yıkılıverdi. Bilimlerin, insanlığın
küçük bir bölümünün araştırılmasından çıkardığı ve
genel geçer sonuçlar olarak sunmaya çalıştığı vicdansız vurdumduymazlığı
ile insanlığın ideallerinin yer aldığı bu felsefenin
birçok yönünün karşıtlıklar yığını olması bir yana, bu
felsefenin aptalca demeyeyim ama şaşılacak noktası şuydu:
Her insanın karşısına çıkan "Ben neyim?" ve "Ben niçin yaşıyorum?"
ya da "Benim görevim ne?" sorularını cevaplandır-
69
Hz. Muhammed
mak istiyorsak, önce şu soruyu çözmemiz gerekiyor; "Bizim
yalnızca çok küçük bir zaman diliminde, çok küçük bir parçasını
bildiğimiz o bütünün ve insanlığın varlığının anlamı
nedir?"
İnsan, bunu yanıtlayabilmek için öncelikle bu bahsi geçen
sırlarla dolu insanlığı, yani daha kendini bile kavrayamamış
insanlardan kurulu insanlığın ne olduğunu kavramak
zorundadır.
Kendine "Nasıl yaşamalıyım?" sorusunu samimiyetle
soran insan, deneysel bilimlerin bu soruya verdiği "Sonsuz
evrendeki zaman ve birleşme imkânları bakımından sonsuz
parçacıkları araştır; sonra kendi hayatını anlayacaksın?" şeklindeki
cevapla nasıl tatmin olmuyorsa, aynı insan şu cevapla
da yetinemeyecektir: "Başlangıcını ve sonunu hiç bilmediğimiz
ve belki de en küçük parçacığını bile tanımadığımız
insanlığa ait bütün yaşam anlayışlarını araştır; işte o zaman
kendi yaşamının anlamını kavrayacaksın!"
Hiç Olabilmek İçin
Hastalık, yaşlılık ve ölümü hiç görmemiş ve onların ne
olduğunu bilmeyen genç, mutlu prens Sakya-Muni, bir gezinti
sırasında görünüşü perişan, dişleri dökülmüş, salyaları
akan bir ihtiyara rastlar. O zamana kadar ihtiyarlığın ne olduğunu
bilmeyen prens, şaşkınlık içinde arabacısına bunun
ne olduğunu, adamın nasıl olup da bu acınası ve itici hale
düştüğünü sorar. Bunun bütün insanların ortak kaderi olduğunu,
kendisi kral oğlu olsa bile aynı şeyin kendi başına gelmesinin
de mukadder olduğunu öğrenince gezisine devam
edemez ve bu konuda düşünmek için geri dönmek ister. Tek
başına bir köşeye çekilerek günler boyunca düşünür ve anlaşılan
sonunda bir teselli bulur. Çünkü yine keyifli ve mutlu
olarak geziye çıkar. Bu defa karşısına vücudu şişler içinde,
güçsüz ve gözlerinin feri sönmüş hasta bir adam çıkar. O güne
kadar hastalığı hiç bilmeyen prens arabayı durdurur ve
70
Tolstoy
arabacıya bunun ne olduğunu sorar. Bunun hastalık olduğunu,
herkesin başına gelebileceğini, sağlıklı ve mutlu bir kral
oğlu olan kendisinin bile aynı hastalığa yakalanabileceğini
öğrenince yine neşesini ve cesaretini kaybeder, geri dönmeyi
emreder. Daha önce olduğu gibi yine düşüncelere dalarak teselli
arar. Aradığı teselliyi yine bulur ki, üçüncü kez gezintiye
çıkar. Bu üçüncü gezisinde yine bir manzara ile karşılaşır.
Bir şeyin insanlar tarafından taşınmakta olduğunu görür.
Arabacıya sorar:
-Bu nedir?
-Bir cenaze efendim.
-Cenaze ne demek?
-Bu herkesin sonudur.
Prens ölüye yaklaşır, örtüyü açar ve yüzüne bakar.
-Şimdi ne yapacaklar onu? diye sorar.
-Onu gömecekler.
-Niye?
-Çünkü artık kesinlikle canlanmayacak ve gelecekte ondan
sadece pis bir koku ve kurtçuklardan başka hiçbir şey
kalmayacak.
-Ve bu insanların kaderi öyle mi? Benim de mi? Beni de
gömecekler, benden geriye de pis bir kokudan başka bir şey
kalmayacak, öyle mi? Beni de kurtçuklar mı yiyecek?
-Evet.
-Geri dönelim. Artık gezmek istemiyorum ve bir daha
da bunu istemeyeceğim.
Sakya-Muni bu defa bir teselli bulamadı ve yaşamın en
büyük dert olduğu sonucuna vardı. Bütün gücünü, kendini
ve başkalarını bundan kurtarmaya harcadı. Yaşamdan öyle
kurtulsunlar ki, ölümden sonra da hiçbir biçimde tekrarlanmasın
ve yaşam kökünden kazınmış olsun.
71
Hz. Muhammed
Yaşamın sorusuna cevap verdiği zaman, insan bilgeliğinin
kesin cevaplan bu doğrultudadır.
Sokrates: "Maddî hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüzden
maddî hayatın yok edilmesi bir mutluluktur ve biz bunu
dilemeliyiz." der.
Schopenhauer: "Hayat, olması gereken bir şeydir ama
bir derttir; hiçliğe geçiş ise hayattaki tek mutluluktur." der.
Hz. Süleyman: "Dünyadaki her şey: delilik ve bilgelik,
zenginlik ve yoksulluk, sevinç ve acı; bunların hepsi boştur,
hiçtir. İnsan ölüp gider ve ardında hiçbir şey kalmaz. Ve bu
saçmadır." der.
Buda: "Istırabın, acının, güçten düşmenin, ihtiyarlığın
ve ölümün kaçınılmazlığının bilinciyle yaşanmaz. İnsan kendini
hayattan, hayatın her imkânından kurtarmak zorundadır."
der.
Bilimlerin içinde dolaşmam beni çaresizlikten kurtaramadığı
gibi, bu çaresizliğimi daha da arttırdı. Bu bilimlerden
biri yaşamın sorusuna hiç cevap vermedi. Bir başka bilim ise
diğerinin tersine soruma doğrudan cevap vererek benim
çaresizliğimi onayladı ve bana gösterdi ki, ulaştığım sonuç
benim yanılmışlığımın, benim hastalıklı ruh hâlimin meyvesi
değil. Yani, benim doğru düşündüğümü ve insanlığın
dâhileriyle aynı sonuçlara vardığımı onayladı.
Bunda yanılma yok; her şey boş ve ölüm yaşamdan çok
daha iyi. İnsanın yaşamdan kendini mutlaka kurtarması gerek.
Hiç doğmamış olana ise ne mutlu.
Bilinmeyeni Bulmak
Çözümü bilimde bulamamıştım ve bu çözümü yaşamda
aramaya başlamıştım; umudum onu çevremdeki insanlarda
bulabilmekti. Böylece insanları gözlemlemeye başladım.
Beni çaresizliğe sürükleyen bu sorulara karşı diğer insanların
nasıl bir tavır takındıklarını merak ediyordum.
72
Tolstoy
Peki, öğrenim seviyeleri ve yaşam tarzlarıyla bana benzeyen
bu insanlar nasıl bir cevap bulmuşlardı? Gördüm ki,
benim çevremdeki bu insanlar, içinde bulunduğumuz bu
korkunç durumdan kurtulmak için dört farklı çıkış yolu bulmuşlardı.
Birinci çıkış yolu bilgisizlik yoluydu ve bu yol şundan
ibaretti: Hayatın bir belâ ve saçmalık olduğunu bilmemek ve
kavramamak.
İkinci çıkış yolu ise Epikürcü çıkış yoluydu. Bu düşüncenin
esası şuydu: İnsan hayatın umutsuzluğunu bilse de, onun
sunduğu nimetleri tatmaktır.
Benim çevremdeki insanları çoğunluğu yaşama imkânını
ancak böyle buluyordu. İçinde bulundukları şartlar onların
dertten çok nimet kazanmasını sağlıyor ve ahlâkî duyarsızlıkları
sayesinde unutma imkânı buluyorlardı. Bu ahlâksızlık
ve duyarsızlıklarına rağmen iyi durumda olmaları ise
sadece bir rastlantıdır.
Çağımız insanlarının büyük çoğunluğu böyle düşünmekte,
böyle hissetmektedir. Bu insanlardan bazılarının düşünce
ve hayal güçlerinin felcini bir felsefe diye ilân etmeleriyse
bu insanları yaşamın sorusunu görmemek için balı
yalamayı sürdürenler grubundan ayırmaz. Benim bu insanlara
uymam da mümkün değildi. Onların hayal gücünün
duyarsızlığı bende olmadığı için, yapay olarak da bunu
sağlayamazdım. Gözlerimi, onları bir kere görmüş olan
herhangi bir insan gibi, farelerden ve ejderhadan çeviremezdim.
Üçüncü çıkış yolu, güç ve enerjinin yoluydu. Esası şuydu:
İnsan, hayatın dert ve saçmalık olduğunu anlayınca onu
yok etmelidir.
Dördüncü çıkış yoluysa zayıflık yoluydu ve bunun esası
şuydu: İnsan, yaşamın dert ve saçmalık olduğunu kavradığı
ve bu yaşamdan bir şey çıkmayacağını bildiği hâlde onu sürdürmeye
son vermez.
73
Hz. Muhammed
Bu grubun insanları ölümün hayattan iyi olduğunu bilirler.
Fakat onlar yanılgılarına bir an önce son vererek kendilerini
öldürecek akıllıca davranma gücüne sahip olmadıkları
için, sanki bir şeyler bekliyor gibi davranırlar. Bu zayıflığın
yoludur; çünkü eğer ben daha iyi olanı biliyorsam ve buna
gücüm de yetiyorsa, kendimi daha iyi olana vermekten
neden geri kalacaktım? İşte, ben bu gruptaydım.
Benim grubumun insanları kendilerini o korkunç çelişkiden
çeşitli şekillerde kurtarıyorlardı. Aklımı ne kadar zorlasam
da, bu dördüncü çıkış yolunun yanına bir beşinci yol
koyamıyordum. Sadece bazı çareler vardı. Bu çarelerden biri,
yaşamın saçmalık ve dertlerden oluştuğunu, boş olduğunu
ve bu yaşamı sürdürmemenin daha iyi olduğunu kavramamaktı.
Fakat bunu bilmemek benim için mümkün değildi.
Bunu bir kere görmüştüm ve bilmezlikten gelemez, gözlerimi
bundan çeviremezdim.
İkinci çare, hayatı olduğu gibi kabullenmek ve geleceği
düşünmemektir. Ancak ben bunu da yapamazdım. İhtiyarlık,
acı ve ölümün var olduğunu bildiğim hâlde Sakya-Muni
gibi ava gidemezdim. Yaşam gücümün çok güçlü olmasına
rağmen, kısa bir süre için bana zevk veren anlık tesadüflerden
hoşlanmıyordum.
Üçüncü çare, yaşamın bir belâ ve bir delilik olduğunu
anladıktan sonra ona son vermek, intihar etmekti. Bunu kavramıştım
ama sebebini ben de bilmem, kendimi öldürmeyi
hiç denemedim.
Dördüncü çare ise, Hz. Süleyman'ın ve Schopenhauer'in
durumunda yaşamak, yaşam denilen şeyin bana yapılan aptalca
bir şaka olduğunu bilmek ama yine de yaşamaktır; yıkanmak,
giyinmek, yemek yemek, konuşmak, hatta kitap
yazmaktır. Bu benim için iğrenç bir şeydi; acı ve ıstırap doluydu
ama yine de bu şekilde yaşamımı sürdürdüm.
74
Tolstoy
Aklım, yaşamın akılsızca bir şey olduğunu kabul etmişti.
Eğer daha yüksek bir akıl yoksa -ki yoktur ve varlığı hiçbir
şeyle ispatlanamaz- o hâlde bence akıl, yaşamın oluşumunu
meydana getirir. Akıl olmasa, benim için yaşam da olmaz.
Fakat bu akıl eğer yaşamın sebebi ise, yaşamı nasıl inkâr
edebilir ki? Ya da tam tersine yaşam olmasa, benim aklım
da olmaz; yani akıl yaşamın yaratığıdır. Yaşam her şeydir.
Akıl yaşamın meyvesidir ve bu akıl bu yaşamı inkâr etmektedir.
Bu noktada doğru olmayan bir şeyin var olduğunu
hissediyorum.
Yaşamın boş olduğunu gözlemlemek, öyle büyük bir
akıllılık değil. Bu düşünce en eski çağlardan beri dile getirilir;
hem de en basit insanlar tarafından bile. Fakat bu insanlar
yine de yaşamışlardır ve yaşıyorlar. Herkes nasıl oluyor
da yaşamayı sürdürüyor ve yaşamın akla uygunluğundan
bir an olsun şüphe etmiyor, bunu anlayamıyorum.
Bilgelerin bilgelikleriyle onaylanmış olan bilgim bana
şunu göstermişti ki, dünyada var olan canlı cansız her şey
son derece bilgeceydi; yalnızca benim durumum çok aptalcaydı.
Bu ahmaklar, yani insanların büyük bir çoğunluğu,
dünyadaki canlı cansız tüm varlıkların yapısı hakkında en ufak
bir şeyi bile bilmeden yaşıyorlardı. Fakat sonuçta bu insanlar
yaşıyorlardı ve yaşamlarının da son derece akla uygun
şekilde düzenlenmiş olduğuna inanıyorlardı.
Bütün bu düşünceler aklıma şu soruyu getirdi: "Ya henüz
bilmediğim bir şey varsa?" Cehalette işte aynen böyle
çalışır. Cehalet hep aynı şeyi söyler ve eğer bilmediği bir şey
karşısına çıkarsa onun saçma olduğunu söyler. Aslında insanlık
bir bütündür; yani yaşamış olan ve yaşayan tüm insanlar
sanki hayatın anlamını kavramış gibi davranırlar.
Çünkü onu kavramamış olsalardı, yaşayabilmiş olamazlardı.
Bilgeliğimiz ne kadar kesin olsa da, yine de yaşamın anlamını
öğrenmeyi bahşetmedi bize. Yaşayan bütün insanlar,
milyonlarca insan, yaşamın anlamından hiç şüphe etmiyor.
75
Hz. Muhammed
En karanlık çağlardan bugüne gelinceye kadar, yaşamın
boş ve anlamsız olduğunu bana da ispat eden o görüşleri tanıyan
tüm insanlar, buna rağmen yine de yaşamış ve yaşama
yine de bir anlam vermişlerdir.
Benim içimdeki ve çevremdeki her şey, maddî ve maddî
olmayan ne varsa, hepsi onların yaşam hakkındaki bilgilerinin
meyvesidir. Zekâmın bu yaşamı yargılama ve lanetlememe
yarayan araçları benim tarafımdan değil, onlar tarafından
meydana getirilmiştir. Ben doğdum, eğitildim, büyüdüm.
Onlar demiri yeryüzüne çıkardı ve işledi, onlar ormanı
açmayı öğretti, onlar inekleri ve atları ehlileştirdi, onlar ekin
ekmeyi öğretti, onlar birlikte yaşamayı öğretti, onlar yaşantımızı
sağlam biçime soktu, onlar bana düşünmeyi, konuşmayı
ve yazmayı öğretti. Yiyip içmem, giyinmem ve ders görüp
eğitilmem onlar sayesinde oldu. Onların eseri olan ben, yine
onların düşünce ve sözleriyle düşünerek onlara diyorum ki,
bunların hepsi boş ve anlamsızdır. "Bunda bir yanlışlık var!"
diyordum kendi kendime. Fakat bu yanlışlık neydi, işte onu
bulamıyordum.
Yakınımdaki insanların oluşturduğu dar çevreye baktığımda,
o soruyu anlamayan bir çok insan görmüştüm. Soruyu
anlamış ya da anlamaya çalışan bir çok insan ise yaşamın
sarhoşluğu içinde onu susturmuştu. Diğer yandan onu anlayan
ve yaşamlarına son verenler ile ne kadar kaçmaya çalışsalar
da, en sonunda onu anlayan ve yaşamlarını çaresizlik
içinde sürdürme zayıflığını gösterenler de vardı. Bu tahsilli,
zengin ve avare insanlardan oluşan benim de dahil olduğum
dar çevrenin bütün bir insanlık demek olduğu yanılgısı içinde
yaşamıştım. Bir zamanlar yaşamış ve şimdi yaşamakta
olan milyonlarca insan, birer insan değil, sanki bir tür hayvandı.
76
Tolstoy
Allah'la Birleşme
Tahsillilerin ve bilgelerin temsil ettiği şekliyle, yani akıl
yoluyla elde edilen bilgi, yaşamın anlamını inkâr etmektedir.
İnsanlığın büyük bir bölümü ise, bu anlamı akla dayandırılmamış
bilgide görmektedirler. Akla dayandırılmamış bu bilgi
ise inançtır; yani benim reddetmem gerektiğine inandığım
inanç; bir ya da üçlü bir Tanrı'ya, dünyanın altı günde yaratılmış
olduğuna, şeytana, meleğe ve benim aklımı kaybetmediğim
sürece kabul edemeyeceğim her şeye duyulan inanç.
İçinde bulunduğum durum dehşet vericiydi. Biliyordum
ki, akla dayalı bilgi yolunu izlediğimde yaşamı inkârdan
başka bir şey bulamayacaktım. Akla dayalı bilgiden çıkan
sonuç da şuydu: Hayat bir belâdır ve insanlar bunu bilirler.
Yaşamamak, insanların kendi elindedir. Fakat onlar yine
de yaşadılar ve yaşıyorlar. Ben de hayatın anlamsız bir
şey, bir belâ olduğunu çok iyi bildiğim hâlde yaşadım ve yaşıyorum.
Yaşamın anlamını kavramak için kendimi akıldan
kurtarmalıyım; yani bu anlam olmadan var olamayan akıldan.
İnançtan çıkabilecek en iyi sonuç işte buydu.
İçine düştüğüm çelişkilerle beraber iki yol açılıyordu
önümde: Ya benim akla yatkın dediğim şey benim düşündüğüm
kadar akla yatkın değildi ya da bana saçma görünen
şey düşündüğüm kadar saçma değildi. Böylece, akla dayalı
bilginin ilerleyişini gözlemlemeye başladım.
Akla dayalı bilginin ilerleyişini gözlemlediğimde ve sonuçlarını
kontrol ettiğimde, ortaya çıkan sonuçları tamamıyla
doğru buldum. Hayatın bir hiç olduğu sonucu kaçınılmaz
olarak karşıma çıkıyordu. Ben niçin yaşayayım? Benim bir
gölgeyi andıran yok oluşlu yaşamımdan gerçeğe ve ölümsüzlüğe
dair ne çıkar? Bu ölümsüz dünyada benim ölümlü
varlığımın anlamı nedir? Bu gibi soruları cevaplandırmak
için hayatı araştırmaya kalkışıyordum.
77
Hz. Muhammed
Yaşadığım bütün sorularımın çözümü, anlaşılacağı üzere
beni tatmin etmiyordu. Çünkü benim sorum ilk bakışta
her ne kadar yalın görünse de, ölümlüyü ölümsüzlük yoluyla
açıklamaya ya da tersine daveti kapsıyordu. Kendime soruyordum:
"Benim yaşamımın zaman, sebep ve mekân dışı
anlamı nedir? Yaşamımın zamana, sebebe ve mekâna bağlı
anlamı nedir?" Derin ve zahmetli bir düşünme eyleminden
sonra cevabım her defasında şu oluyordu: "Hiç!" Gözlemlerimde
hep ölümlüyü ölümlüyle, ölümsüzü ölümsüzle karşılaştırmıştım.
Bunu başka türlü de yapamazdım; çünkü bundan
başka yapılabilecek bir şey yoktu. Bundan dolayı vardığım
sonuç olması gerektiği gibiydi: "Kuvvet kuvvettir, sonsuzluk
sonsuzluktur, hiçlik hiçliktir." Bundan başka bir sonuca
ulaşmam mümkün değildi. "Nasıl yapmalıyım?" sorusunu
nasıl sorarsam sorayım, onun cevabı "Allah'ın yasasına
göre!" olacaktır. "Benim şimdiki hayatımdan ne çıkar?"
"Sonsuz azap ya da sonsuz mutluluk." "Ölümün mahvetmediği
anlam nedir?" "Sonsuz olan Allah ile birleşmedir; cennettir."
Böylece şunu zorla kabul etme durumuna geldim: O
döneme kadar bana göre biricik ve kesin sayılan akla dayalı
bilginin yanında, bütün insanlığın akıl dışı bir başka bilgisi
vardı. Bu bilgi, insana yaşamak ve yaşamını sürdürmek imkânı
veren yaratıcının kurgusuna olan inançtı.
İnancın bütün akıl dişiliği benim için o güne kadar ne
ise, öyle kaldı; fakat onu kabul etmek zorunda kaldım. Çünkü
yalnızca o, insanlığın yaşamın anlamına dair sorduğu sorulara
cevaplar buluyor ve bunun sonucunda da yaşama imkânı
sağlıyordu.
Akla dayalı bilgi beni hayatın saçma bir şey olduğunu
kabullenmeye sürüklemişti; yaşamım durmuş, donuklaşmış
ve ben de onu yok etmek arzusuna kapılmıştım. İnsanlara,
bütün insanlığa bakıyordum ve görüyordum ki, insanlar
yaşıyorlardı. Üstelik yaşamın anlamını bildiklerini iddia
ediyorlardı. Sonra kendime baktığımda görüyordum ki, ben
78
Tolstoy
yaşamın anlamına dair sorulara cevaplar bulduğum sürece
yaşıyordum. Diğer insanlara olduğu gibi bana da yaşamın
anlamını ve yaşama imkânını inanç vermişti.
Başka ülkelerin insanlarına, çağdaşlarıma ve ölmüşlere
baktığımda, yine aynı şeyi görüyordum. İnsanlığın başlangıcından
itibaren, yaşamın olduğu her yerde, yaşama imkânını
ve iradesini inanç veriyordu. İnancın ana çizgileriyse her
yerde hep aynıydı.
'Allah'ı bulmak gerek'
İnanç hangi cevapları verirse versin ve bu cevapları kime
verirse versin, inancın verdiği her cevap insanın ölümlü
varlığına sonsuzluk anlamı katıyordu; yani acılarla, fedakârlıklarla
ve ölümle yok olmayan bir anlam. Bu demektir ki,
yaşamanın anlamı ve imkânı yalnızca inançta bulunabilir.
Peki inanç nedir? Şunu kavradım ki, inanç yalnızca görülmeyen
varlıkların açığa çıkması, yalnızca vahiy değildir. (Bu,
inancın özelliklerinden yalnızca birinin tanımıdır.) İnsanın
Allah ile ilişkisi değildir. (Önce inancı sonra Allah'ı tanımlamak
gerekir. Yani, Allah aracılığıyla inancı değil.) Dinî kabul,
inancın çoğunlukla insanın Allah ile ilişkisi ve insana söylenmiş
olan şeylerin kabul edilmesi olarak anlaşılır. Oysa inanç,
insan yaşamının ya da anlamının öğrenilmesidir. O sayede
insanın kendi varlığını yok etmeyerek yaşamını sürdürdüğü
şeydir. İnanç, yaşamın gücüdür. İnsan yaşıyorsa, bir şeylere
de inanıyordun Eğer ona bir şeylerin yaşamayı emrettiğine
inanmasa, o zaman yaşayamaz. İnsan, ölümlünün bir gölgeden
ibaret olduğunu kavrıyorsa, o zaman sonsuz olana inanmak
zorundadır. Çünkü inançsız yaşanamaz. Bugün bütün o
iç çatışmalarımın başlangıcını ve gidişatını hatırladığımızda
ürperiyorum. İnsanın yaşayabilmesi için ya sonsuz olanı
görmemesi ya da bir cevaba ulaşmış olması gerekir. Benim
böyle bir cevabım vardı ama ölümlüye inandığım sürece ona
ihtiyaç duymuyordum. Akılla onu sınamaya başladığımda,
79
Hz. Muhammed
aklın ışığı karşısında o zamana kadar geçerli olan bütün
açıklamalar silinip gitti ve ölümlüye inanmaya son verdiğim
zaman geldi artık. Bildiğim şeylerin akla yatkın temellerine
dayanarak, kendime yaşamın anlamını verebilecek bir açıklama
çıkarmaya başladım. Fakat bir açıklama bulmak mümkün
olmuyordu; insanlığın en seçkin bilgeleri ve dehâlarıyla
aynı sonuca ulaşıyordum:
Cevabı deneysel bilimlerde aradığımda ne yapmıştım?
Ne için yaşamakta olduğunu bilmek istemiş ve bu amaç
için benim dışımda olan her şeyi araştırmıştım. Farklı konularda
pek çok şey öğrenmiştim ama asıl ihtiyaç duyduklarıma
dair hiçbir şey bulamamıştım.
Cevabı felsefî bilimlerde aradığımda ise, benimle aynı
durumda olan ve niçin yaşıyorum sorusuna cevap bulamayan
yaratıkların düşünce yapısını araştırmıştım. Tabiî ki kendimin
de bildiği şeyden başkasını öğrenememiştim; yani, insanın
hiçbir şey bilemeyeceğini.
"Ben neyim?" Cevap: "Ölümlü olanın bir parçası." İşte,
bütün mesele bu kelimelerde saklı.
İnsanlık, her zekî çocuğun kendiliğinden ağzından dökülebilecek
bu basit soruyu, sanki benden önce kimse sormamış
gibi kendine soruyordu.
Hayır, bu soru insanlar var edildiği ilk andan beri sorulmuş
ve cevap aranmıştır. İnsanlar var edildiği andan, daha
en baştan belliydi ki, bu sorunun çözümü için ölümlüyü
ölümlüyle, sonsuzu da sonsuzla ölçmek hep yetersizdir. İnsanlık,
yaratıldığı andan bugüne kadar ölümlünün sonsuzla
ilişkisini aramış ve bunu kelimelere dökmüştür.
Ölümlünün sonsuzla karşılaştırıldığı yaşamın anlamını
içeren bütün o kavramları -Allah, özgürlük, iyilik vs.-
hepsini mantıkî bir incelemeden geçirelim. Bu kavramlar aklın
eleştirisini kaldıramazlar. Çok korkunç değilse bile, bizim
kibir ve avuntuyla kendimizi kandırmamız çok gülünç ve
80
Tolstoy
çocukça bir şey değil midir? Hani saati parçalayıp zembereğini
bozan, onu bir oyuncak gibi kullanan ve sonra da "Saat
artık niye çalışmıyor?" diye şaşıran çocuklar gibi.
Sonlu ile sonsuz arasındaki çelişkinin çözümü kaçınılmaz
ve çok önemlidir. Aynı şekilde yaşamı mümkün kılan,
yaşama dair soruların cevabı da öyle. Her yerde, her zamanda
ve bütün milletlerde bulduğumuz bu yegâne çözümü
-bu çözüm, içinde insanların yaşamlarının kaybolduğu
bir zamanın sonucudur; benzerini bir daha bulamayacağımız
kadar güç bir çözüm- sırf herkese özgü olan ve cevap
bulamadığımız o soruyu tekrar sormak için sorumsuzca yıkıyoruz.
Sonsuz bir Allah kavramı; ruhun kutsallığı kavramı; insanî
şeylerin kutsallığı kavramı; insanî şeylerin Allah'la birlikteliği;
ruhun niteliği ve iyi ile kötü konusundaki insan tasarımları,
işte bütün bunlar, insan düşüncesinin uçuk sonsuzluğunda
ortaya getirilmiş kavramlardır. Onlar olmazsa
yaşamın kendisi de olmaz.
İnsanlığın bütün bu düşünce emeğini bir yana atarak,
her şeyi yeni baştan ve kendi düşüncelerime göre kurmak istiyordum.
O zamanlar böyle düşünüyordum. Bu düşüncelerin
temelleri içimde zaten mevcuttu. Şunu artık iyice kavramıştım
ki: İnancın verdiği cevaplarda insanların en derin bilgeliği
saklıydı ve akla dayanarak onları yadsımaya hakkım
yoktu. Bu cevaplar sadece ve sadece yaşamın sorusuna cevap
veriyordu.
Hıristiyanlığı Kabul Edemiyorum
Artık her türlü inancı kabullenmeye hazırdım. Ancak bu
kabulleniş bana pek huzur vermiyordu. Bir inancı kabullenirken
ondan istediğim şey benden aklın inkârını istememesi
ve bir yalan olmamasıydı. Budizm'i ve İslâmiyet'i kutsal
kitaplarına müracaat ederek incelemeye başladım; her şey-
81
Hz. Muhammed
den önce kutsal metinlerden ve çevremde yaşayan dindar
insanlardan başlayarak Hıristiyanlığı incelemeye koyuldum.
Doğal olarak her şeyden önce kendi çevremdeki inançlı
insanlara yöneldim. Ardından bilginlere, Ortodoks ilâhiyatçılara,
papazlara, yaşlılara, yeni akıma mensup Ortodoks ilâhiyatçılara
ve hatta yeni Hıristiyanlar diye nitelenenlere yöneldim;
hani şu "Mutluluk, ruhun kurtuluşu inancına bağlıdır."
diye vaaz edenlere. Bu dindar insanlara bağlandım ve
onları yaşamın anlamını içinde gördükleri inançlarının nelerden
ibaret olduğu konusunda sorguya çektim.
Akla gelebilecek her türlü itirafta bulunduğum ve her
türlü zihniyet kavgasından uzak durduğum hâlde, bu insanların
inancını kabul edemiyordum. Onların inanç diye nitelendirdikleri
ve kabullendikleri şeyin bir açıklama değil, daha
ziyade yaşamın anlamının bir çeşit yok edilişi olduğunu
gördüm. Onlar, beni inanca götüren yaşam sorusunu cevaplamak
adına inançlarına sımsıkı bağlanmış değillerdi; tam
tersine bana yabancı olan başka inanış ve amaçlar için bağlanmışlardı.
Bu insanlarla bir araya her gelişimde içimi dolduran
umuttan sonraki o duyguyu, yani dehşetin, eski çaresizliğimin
içine geri dönüşün o azap verici duygusunu unutamıyorum.
İnanç öğretilerini bana ne kadar sık ve ayrıntılı anlatıyorlarsa,
ben de onların karmakarışık kafalarını o kadar iyi
tanıyor ve onların inancında yaşamın anlamına dair cevapları
bulma ümidimi tamamen kaybediyordum. Bana itici gelen,
inanç öğretilerinin açıklanmasında bana hep yakın gelen
gerçeklere bir çok yararsız ve mantıksız şeyler karıştırmaları
meselesi değildi; bu insanların yaşamlarının da aynı benimki
gibi olması beni itiyordu. Onlarla benim aramdaki tek fark,
inanç öğretilerinin gösterdiği ilkelere yaşamlarının hiç de
uymuyor olmasıydı. Çok net olarak görüyordum ki, onlar da
82
Tolstoy
yanılıyorlardı ve onlar da tıpkı benim gibi tek bir yaşam anlamına
sahiptiler: Ömür elverdiği sürece yaşamak ve elin ulaştığı
her şeyi almak. Bunu çok iyi kavramıştım. Çünkü,
eğer sahip olmakla feragat, acı ve ölüm korkusunu yok edecek
bir zihniyetleri olsaydı, bunlardan korkmazlardı. Sonuçta
benim çevremin insanları ve dindarları da aynı benim gibi
refah ve bolluk içinde yaşıyorlardı işte. İşlerini büyütmeye
ya da ellerinde tutmaya çalışıyorlar, feragatten, acıdan,
ölümden korkuyorlar ve aynı benim gibi, öteki inançsızlar
gibi yaşıyorlardı. İsteklerini doyurarak, inançsızlardan daha
kötü değilse bile en az onlar kadar kötü yaşıyorlardı. Hiçbir
görüş beni onların inançlarının doğruluğuna inandırmazdı.
Bana yokluğun, hastalığın ve ölümün verdiği korkuyu yok
edecek bir yaşam duygusuna sahip olduklarını açıklayacak
davranışlar gerekliydi; ancak o davranışlar beni onların samimiyetine
inandırabilirdi. Fakat bu türlü davranışları benim
çevremdeki inançlı kişilerde görmüyordum. İlginçtir ki,
bu davranışları çevremdeki en inançsız denilebilecek insanlarda
görüyordum.
Böylece benim için bazı şeyler açıklığa kavuştu. Bu insanların
inancı benim aradığım inanç değildi. Onların inancı
inanç değil, sadece hayatın Epikürcü zevklerinden biriydi.
Anlamıştım ki, bu inanç insana teselli veremezdi; belki ancak
ölüm döşeğinde pişmanlık duyan birine yararlı olabilirdi.
Ancak insanların o büyük çoğunluğuna bir fayda getiremezdi;
yani başkalarının emeğini sömürerek zevk almak
üzere yaratılmamış, bütün insanlık yaşayabilsin, yaşamını
sürdürebilsin diye yaşamı var etmek üzere yaratılmış insanlara
bir fayda getirmesi mümkün değildi.
Yaşama bir anlam vermek için uğraşan milyarlarca insan,
bunların dışında gerçek bir inancın ve imanın bilgisine
sahip olmak zorundalar.
"Yaşamın anlamı nedir?" şeklindeki sorum ve "Bir
dert!" şeklindeki cevap tamamen doğruydu. Yanlış olan şuy-
83
Hz. Muhammed
du: Sadece bana yönelen cevabı, ben genel olarak yaşama
aktarıyordum. Kendi kendime "Yaşantımın anlamı nedir?"
diye sormuş ve cevabı almıştım: "Bir dert ve bir anlamsızlık!"
Şüphesiz benim yaşam biçimim, yani şımarıklık, zevk
ve sefa dolu bir yaşam, anlamsız ve kötüydü gerçekten. Bu
yüzden "Yaşam kötü ve anlamsızdır." cevabı genel olarak insan
yaşamına değil, benim yaşamıma aitti. Daha sonraları
Hıristiyanlıkta bulduğum gerçeği, yani insanların ışıktan çok
karanlığı sevdiğini, karanlık işlerle uğraşanların ışıktan nefret
ettiklerini ve yaptıkları işlerin aydınlığa çıkmasından
korktukları için de ışığa doğru ilerlemediklerini kavradım.
Açık ve net olan bir gerçek vardı: "Yaşamın anlamını
kavramak için her şeyden önce yaşamın anlamsız ve kötü olmaması
gerekiyordu." Ben ne diye uzun bir süre böyle apaçık
bir gerçeği görmeden dolaşmıştım, bilemiyorum. İnsan
eğer insanlığın yaşamı hakkında düşünmek ve konuşmak isterse,
birkaç asalağın yaşamı üzerinde değil, insanlığın yaşamı
üzerinde düşünmek ve konuşmak zorundadır. Bu gerçek
2x2=4 gibi bir gerçektir. Bunu ben görememiştim. Çünkü
2x2=4 olduğunu kabul etseydim, kendimin iyi olmadığını
kabul etmek zorunda kalacaktım. Oysa kendimi iyi hissetmek
benim için 2x2=4'ten daha önemli ve daha gerekliydi.
Ancak şimdi, iyi insanları sevmeye başladıktan ve kendimi
nefrete lâyık bulduktan sonra, gerçeği kabul ediyordum. Benim
için her şey artık açıklığa kavuşmuştu.
Bir kuş uçtuğu, yem topladığı ve yuva kurduğu sürece
yaşamını sürdürür. Kuşların bu yaşam çabalarını görünce
onların duyduğu sevinçten sevinç duyuyorum. Keçi, tavşan,
aslan; hepsi de beslenmek, çoğalmak ve yavrularını beslemek
zorunda oluşlarına imkân veren yaşam şartlarının içinde
bulunmaktalar. Biliyorum ki, eğer onlar bunu yapıyorlarsa
mutludurlar ve yaşamları kendi yaşam kurgulan içinde
tutarlı ve mantıklıdır. Peki, insan ne yapmak zorunda? O da
yaşamın içinde tıpkı hayvanlar gibi mücadele etmek zorun-
84
Tolstoy
da. Aralarında yalnızca bir fark var; eğer insan yaşamı tek
başına alt etmek isterse mahvolur. İnsan, yaşamı sadece kendisi
için değil, herkes için alt etmek zorunda. Eğer bunu yapıyorsa
mutludur, yaşamı da mantıklıdır.
Peki, ya ben bugüne kadarki otuz yıllık bilinçli yaşamım
süresince ne yaptım? Bırakın başkaları için mücadele etmeyi,
kendim için bile mücadele etmedim. Bir asalak olarak yaşadım
ve kendime "Yaşamanın amacı nedir?" diye her sorduğumda
şu cevabı aldım: "Amaçsız!"
Dünya yaşamı, herhangi bir iradeye göre gerçekleşmektedir.
Biri, dünyanın varlığıyla ve bizim yaşamlarımızla kendine
özgü bir eser gerçekleştirmektedir. Bu iradenin anlamını
kavramak ümidine sahip olmak istiyorsak, her şeyden önce
onun isteklerini yerine getirmek, bizden isteneni yapmak
zorundayız. Eğer benden isteneni yapmazsam, bu durumda
benden istenen şeyi asla kavrayamam. Bunun sonucunda da
hepimizden, bütün bir insanlıktan isteneniyse hiç kavrayamam.
Allah'ı Arayış
Akıl yoluyla edinilen bilginin insanı yanılgıya götürdüğü
görüşü, verimsiz düşüncelere kapılmak hatasına düşmemem
noktasında bana yardımcı oldu. Gerçeğin bilgisinin ancak
yaşam yoluyla bulunabileceğine emin olmam, beni yaşamın
doğruluğundan şüpheye çağırdı. Beni kurtuluşa götüren
yol, ben merkezciliği kavramam ve yalnızca bunun gerçek yaşam
olduğunu anlamam olmuştu. Anladım ki, ben eğer hayatı
ve anlamını kavramak istiyorsam, bir asalak hayatı sürmek
istemiyor ve gerçek yaşamı istiyorsam, gerçeklerin ayrımına
varmış insanlığın ona verdiği anlamı kavradıktan sonra bu
hayatla birleşmek ve onu incelemek zorundaydım.
Tam o sıralarda başıma ilginç bir olay geldi. "Yaşamıma
bir kurşunla mı yoksa bir ilmekle mi son vereyim?" diye dü-
85
Hz. Muhammed
şündüğüm yıl, kalbim bahsettiğim bu düşünceler nedeniyle
hüzünlü bir duyguyla dağlanıyordu. Eğer bu duyguya bir
isim vermek gerekiyorsa "Allah arayışı" diyebilirim. Bunu
en içten inancımla tekrarlıyorum: Bu Allah arayışı, düşünceyle
değil duyguyla ilişkili bir arayıştı. Bu bir korku, bir terkedilmişlik,
bir yalnızlık duygusuydu; evrenin orta yerinde,
belli belirsiz bir yardım beklentisinin ve umudunun duygusuydu.
Allah'ın varlığını ispatlamanın olanaksız olduğuna
iyice inanmışbm. Çünkü, Kant bunu ispatlamanın mümkün
olmadığını ispatlamış ve ben de bunu anlamıştım. Yine de
her şeye rağmen Allah'ı arıyor, onu bulacağımı umuyordum.
Aradığım ve bulamadığım Allah'a, âdet olmuş bir dua
ile yönelmekten de geri kalmıyordum. Bazen Kant'ın ve
Schopenhauer'in seslendirdiği Allah'ın varlığının ispatlanamazlığı
hakkındaki gerçeklerini tartıp ölçüyor, bazen de bu
gerçekleri çürütmeye çalışıyordum. Bunun sebebinin, mekân
ve zaman gibi bir düşünce kategorisinin olmadığını düşünüyordum.
Eğer ben varsam, bunun bir sebebi Allah denen
şeydi. Bu düşüncenin üstünde duruyor ve varlığımın bütün
yetenekleriyle bu sebebin bilincine ermeye çalışıyordum.
Ancak iradesine tâbi olduğumuz bir gücün var olduğunun
bilincine ulaşır ulaşmaz, yaşamın imkânını hissettim. Fakat
kendime sorular sormaya devam ettim: "Bu sebep, bu kuvvet
nedir? Onun hakkında ne düşünmeliyim ve Allah dediğim
şeye karşı nasıl davranmalıyım?" Sorduğum tüm bu soruların
karşılığında, bilinen cevaplardan başka şey gelmedi
aklıma: "O yaratandır, yaşatandır."
Bu cevaplar beni hiç tatmin etmedi. Yaşamak için ihtiyacım
olan şeyi kaybettiğimi hissettim. Ruhumu bir korku sardı
ve aradığım şeye dua etmeye başladım, ondan bana yardım
etmesini diledim. Dua ettikçe bir şeyi çok açıkça anladım
ki, o beni duymuyordu. Kalbim, Allah'ın olmayabileceği
şüphesiyle dolmuştu. O anda yine dua ettim: "Efendim,
bana acı, beni kurtar! Efendim, Allah'ım, bana yol göster!"
86
Tolstoy
Fakat hiç kimse bana acımadı ve ben yaşamımın tamamen
durduğunu hissettim.
Çok farklı taraflardan bakarak hep şu sonuca varıyordum:
Ben sebepsiz ve anlamsız olarak dünyaya gelmiş olamazdım.
Kendimi benzer durumda hissettiğim gibi, yuvadan
düşmüş sırt üstü yatan bir yavru kuş da olamazdım.
Hem öyle olsa bile, yuvadan düşmüş, sırt üstü yatan bir kuşcağız
yüksek çimenlerin arasında ötüyordu. Ötüyordum;
çünkü annemin beni yüreğinin altında taşıdığını, ısıtıp beslediğini,
sevdiğini biliyorum. Nerede o anne? Ben eğer doğurulmuşsam,
kim doğurmuştu beni? Birinin beni severek
dünyaya getirdiğini kendimden saklayamam ki! Peki, bu birisi
kim? Yine Allah.
'Sebepsiz bu dünyaya gelemezdim'
O, benim arayışımı biliyor, çaresizliğimi ve savaşımı da
görüyordu. "O var!" dedim kendi kendime ve bunu kabul
etmem yetti. O anda yaşam içimde kıpırdandı ve ben varlığın
imkânını, sevincini hissettim. Ancak kısa bir an sonra,
Allah'ın varlığını kabullenmek düşüncesinden ona olan ilgiyi
aramaya geçtim. Karşımda yine üç değişik kılıkta kurtarıcı
oğlunu bize gönderen yaratıcımız, Allah vardı. Bu dünyadan
ve benden kopmuş olan Allah, bir buz parçası gibi gözlerimin
önünde eriyip gitti ve sonunda yine bir hiçlik kaldı. Yaşam
pınarının yine kuruduğunu hissettim. Beni yine kuşku
ve o kötü duygu sardı: Kendimi öldürmekten başka çıkar yol
olmadığı duygusu. Fakat en kötüsü, bunu becerecek durumda
olmadığımı hissediyor olmamdı.
Çok iyi hatırlıyorum, bahardı ve ormanda yalnızdım.
Ormanın sesine kulak vermiştim. Dinliyor ve tek bir şeyi düşünüyordum.
Zaten son üç yılda hep o tek ve aynı şeyi düşünmüştüm.
Yine Allah'ı arıyordum.
87
Hz. Muhammed
"Pekâlâ, Allah yok!" dedim kendi kendime. Benim hayal
gücümün ürünü olmayıp da gerçek olan, yani hayatım gibi
gerçek biri yok. Yok böyle biri ve hiçbir şey, hiçbir mucize
böyle bir şeyi ispatlayamaz. Çünkü, mucizeler benim hayal
gücümün ürünleri ve üstelik de mantığa aykırı. "Ya benim
aradığım yaratıcı kavramı? Peki bu kavram nereden geliyor?"
diye sordum kendi kendime. Bu düşünceyle birlikte
içimde yaşama sevinci dalgalanmaya başladı. Çevremdeki
her şey yaşam gücü ve anlam kazandı. Fakat sevincim yine
uzun sürmedi. Akıl işlemeye devam ediyordu: Bir yandan
"Allah tasavvuru Allah değildir!" diyordum kendi kendime.
Sonra da "Tasavvur, benim içimde cereyan eden bir şeydir.
Yaratıcı tasavvuru benim içimde uyandırıp uyandıramadığım
bir şey. Ben onsuz hayatın olmayacağı bir şeyi arıyorum."
diyordum. Şimdi içimdeki ve çevremdeki her şey yine
ölüyordu ve ben yine kendimi öldürmek istiyordum.
Sonunda kendimi inceledim ve içimde neler oluyor diye
kendime baktım. Ölmeye ve dirilmeye dair yüzlerce olay hatırladım.
Gördüm ki, ben yalnızca Allah'a inandığımda yaşıyordum.
Allah'ı düşünmem yetiyordu, o zaman hemen diriliyordum.
O'nu unuttuğum, O'na inanmadığım zamanlarda
ise, yaşam da yok oluyordu. Yaşamın bu diriliş ve ölümleri
neydi? Allah'ın varlığına inancı kaybettiğimde, sanki yaşamla
ilgili bağlarım da kopuyordu. Allah'ı bulmak konusunda
az da olsa umudum olmasa, yaşamıma çoktan son verirdim.
Fakat yaşıyordum. O'nu hissettiğim ve O'nu aradığım zaman
yaşıyordum. Öyleyse, O vardır. O, O'nsuz yaşanmayan
şeydir. Allah'ı bilmek ve yaşamak, bir ve aynı şeydir. Allah
yaşamdır. Allah'ı arayarak yaşadığın takdirde, yaşam Allah'sız
olmaz."
Eskisinden çok daha güçlü bir şekilde içimdeki ve çevremdeki
her şey ışıldadı ve bu ışık yaşantımda beni bir daha
hiç terk etmedi. Böylece intihardan kurtuldum, içimdeki bu
değişimin ne zaman ve nasıl gerçekleştiğini dile getiremez-
88
Tolstoy
dim. Nasıl içimdeki yaşama gücü farkına varmadan yavaş
yavaş yok olmuş ve yaşamanın imkânsızlığının, durgunluğunun
ve intiharın gerekliliğin farkına varmışsam, aynı şekilde
yaşama gücü yavaş yavaş içime geri dönmüştü. Bana
geri dönen bu yaşam gücü yeni değil, yaşamımın ilk günlerinde
bana eşlik eden en eski güçtü. Her bakımdan en eskiye,
çocukluk ve gençlik yıllarımın görüşüne, yani beni meydana
getiren ve benden bir şeyler isteyen iradeye inanmaya
geri dönmüştüm. Yaşamımın tek ve başlıca amacının daha
iyi bir insan ve bir iradeyle büyük bir uyum içinde olmak olduğu
düşüncesine dönmüştüm. Bu iradenin ifadesini, benden
saklı duran ve uzak bir geçmişte bütün insanlığı kendi
düsturu hâline getiren şeyde bulacağım düşüncesine dönmüştüm.
Yani kısacası, Allah'a inanmaya, ahlâkî bir mükemmelleşmeye
ve yaşamın anlamını bahşeden geleneğe dönmüştüm.
Yalnız bir şey farklıydı: O zaman bütün bunları bilinçsizce
kabulleniyordum; şimdi ise artık bu olmadan yaşayamayacağımın
farkındaydım.
Başımdan geçenleri şöyle ifade edebilirim: Ne zamandı
bilmiyorum; neresi olduğunu bilmediğim bir sahilde beni bir
kayığa oturttular ve sonra kayığı karşı kıyıya yönelttiler. Kürekleri
elime verip beni yalnız bıraktılar. Küreklerle elimden
geldiği kadar uğraştım ve ilerledim. Ancak ben açıldıkça beni
o bilmediğim yere götüren akıntı da şiddetleniyordu.
Ulaşmam gereken hedeften farkında olmadan uzaklaşıyordum.
Etrafımda benim gibi akıntıya kapılan bir çok kürekçinin
olduğunu gördüm. Bazıları durmadan kürek çekmeye
devam ederken, bazıları küreklerini çoktan fırlatıp atmıştı.
Koca kayıklar, dev gibi gemiler insanlarla doluydu. Bir kısmı
akıntıya karşı çabalamaya devam ederken, bir kısmı kendini
akıntıya bırakmıştı. Ben de bir yandan ilerleyip bir yandan
da akıntının aşağılarında kalan yolcuların ardından bakarken,
bana gösterilen yönü unuttum. Tam da akıntının ortasında,
aşağı doğru giden kayık ve gemilerin kalabalığında
89
Hz. Muhammed
yönümü iyice kaybettim. Her yanımdan tayfalarının neşeli
zafer çığlıkları attığı yelkenliler, gemiler ve kürekli kayıklar
geçiyor, akıntının aşağılarına doğru giderlerken bana "Başka
bir yön yok!" diye sesleniyorlardı. Ben de onlara inanıyordum
ve onlarla birlikte ilerliyordum. Böylece çok uzaklara
yol aldım. Öyle uzaklara gittim ki, ortasında yolumu şaşırdığım
hızlı akıntıların gürültüsünden başka ses duyamaz oldum
ve kayıkların orada nasıl parçalandığını gördüm. Ve
bütün bu gördüğüm, yaşadığım şeylerin dehşetinden olsa
gerek, kendime geldim. Uzun süre, bana ne olduğunu anlayamadım.
Önümde yalnızca koşar adım yaklaştığım ve
korktuğum yok oluşu görüyor, hiçbir yerde kurtuluş göremiyordum.
Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O zaman geriye
doğru baktım ve sayısız kayık gördüm. İnatla, büyük bir
savaş vererek akıntıyı geçiyorlardı. O anda kıyıyı, kürekleri
ve yönümü hatırladım. Geriye döndüm ve akıntıya ters yönde,
kıyıya doğru kürek çekmeğe başladım.
Kıyı Allah'tı; yön gelenek, kürekler ise bana verilen özgürlüktü.
Ve bunlar bana kıyıya ulaşmaya çabalayayım, Allah'la
birleşeyim diye verilmişti.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...